Adana’dan Trabzon’a bir yol öyküsü

M. Kemal AYÇİÇEK – Ekim 2012

 Yola çıkmadan önce çok arıyor ama kaza yapmış aracının
parçalarını bulamıyor Eminbey, ne piyasadan ne de internet üzerinden, tanıdık
tanımadık kim varsa Ankara’da, İstanbul’da, olmadı telefonla sorup duruyor ama
yok, istediği parçalardan numune bile bulamıyor. Zaten tam da bu sırada Ergün’ün
verdiği Trovit’ten bir linkteki araca kilitleniyor. O araç, kendi aracının
aynısı fakat Adana’da. Bu kez aracın Adana’dan Trabzon’a nasıl
getirilebileceğinin yollarını arıyor, araç kiralayıp çekmekten, çekici ile
getirmeye, ambarlardan, kargo’lara varıncaya kadar araştırıyor ama karşı
taraf,”sen hele bir gel, buluruk çaresini” diyor. O da ona güvenerek, biniyor
otobüse, koyuluyor yola.Buradan sonrasını da  Eminbey anlatıyor.

 Otobüse binmeden muavine sordum, “Adana kaç saat” diye,
“yirmi saat” dedi. Oysa internette on altı saat yazıyordu, yolda dinlenme
molaları, uğranılacak şehirlerden yolcu indirme ve bindirme derken demek ki
rahat bir yolculuk yapacağız. Trabzon’dan beş-altı kişi ile kalktı otobüs,
Giresun, Ordu, samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Niğde ve Mersin’de
otogarlara girip çıktık ama Adana’ya full dolu olarak yirmi bir saatte vardık.
Otobüslerle seyahat etmeyeli uzun yıllar olmuş, her koltuk arkasında birkaç
kanallı televizyonlar var ya yan yana oturduğun insanlarla bile selam dışında
bir tek kelime sohbet edemiyorsun. Herkeste bir havalılık var sanki, “aman
sende, ne işim var sohbetle, takarım kulaklıklarımı, bakarım önümdeki
televizyonuma” hali.

 Ben öyle kuru kuruya yolculuk yapacak biri değilim ki,
otobüsün servis memuru ile kahve ile başladık diyaloglara. Giresun’da bir kahve
istedim, Amasya’da o kahveyi içebildim.hem zaten kahve gelmemiş olsaydı da ben
Amasya’dan taze elmalar almıştım, tedbirliydim kısaca. Orada sürekli telefonuyla
konuşan Samsun’da Siyasal okuyan Caner’le tanıştım, nedir ülkenin durumu diye
güya bir sentez yapmasını istedim, ilkokul dördüncü sınıf öğrencileri gibi bir
mantık ve belli ki bir alt yapısı olmadan aklınca bana bir Dünya çizdi, ikinci
molaya kadar sürmedi sohbetimiz. Kendi deyimi ile Caner, meğer çok seviliyormuş
arkadaşlarınca da, yol boyunca da canı sıkılmasın diye arkadaşları onu bu
yolculukta yalnız bırakmamak için sürekli cepten arıyor ya da
mesajlaşıyorlarmış. Hikaye…

 Pozantı’ya vardığımız da gün ışımıştı, kaptanlar konuşurken
duyuyorum, iki otobüste Trabzon’dan çıkıyor, benim bindiğim gündüz saat 13.00’de
kalkan otobüs, diğeri ise saat 15.30’da aynı yerden kalkan otobüs, ve Pozantı’da
iki otobüste sabah molasında buluşuyor. Bizim kaptana dönüp, “desene sen bize
2,5 saat kazık attın kaptan” diyorum. “Niye?” diye soruyor, “Niye olacak, aynı
yerden bir de ve üç buçukta kalkan otobüsler, burada aynı saatte moladalar.
Madem aynı saatte burada olacaktık, ben ne diye saat bir deki otobüse binip, iki
buçuk saat fazla zaman kaybediyorum burada”..kaptan gülümsüyor, “ama o otobüsün
güzergahı bizden farklı, o Samsun, Çorum, Yozgat’tan geldi” diyor.

 Mersin’de Üniversite de okuyan yeğenim Fatih’i alıp, onunla
birlikte geçiyoruz Adana’ya..Terminal’de  O internetteki ilanın sahibi Mustafa
Kuru alıyor bizi, Seyhan’daki Kardeşler Özel Kaporta ve Boya Atölyesi’ne
varıyoruz.Trabzon ekmeği ile biraz da fındık veriyorum Mustafa’ya, orada
paylaşsınlar diye.Erdal, Seçkin (Seçim), Ayhan Kamuran kardeşlerle tanışıyoruz.
Aracı görüyoruz, o araç, bizim yaralı aracımıza organ bağışında bulunacak
araçtı. İlk gördüğümde sanki soğur oldum, almaktan vazgeçecek gibi oldum ama
yanımdaki yeğenim, sessizce, kimsenin duymayacağı şekilde, “dayı, çok iyi dayı”
diyip durdu, o zaman kesin kararı verdik zaten. Seçkin ağabey olayı organize
edip, aracı yürür hale getirmek için seferber etti çevresini. Bu arada camcı
geliyor, aracın ön ve arka camları yok. Geçici bir çare arıyoruz.

 Tam o sırada Kamuran kardeşlerin en küçüğü Ayhan,  yürüyerek
götürülmesi yerine aracın bir ambarla gönderilmesinde ısrar ediyor, kolay değil
tabi. Ayhan, “Bu büyük bir sorumluluk” dedikçe, aracın sağ sinyalinden,
farlarına , arka camından ön camına kadar her şey trafiğe uyumlu hale
getiriliyor. Mustafa Kuru, “ağabey uzaktan geldin, sana bir Adana yemeği ikram
edelim ” diyor, çıkıyoruz terası olan bir restorana, orada bol kepçe yeşilli ve
menülü “Adana kıymalı”sı yiyoruz. Seçkin ağabey ön cam bulmuş elinde geldi,
aracın sağ ön lastiği de patlakmış, onu da yaptırıp, araç yola hazır hale
getiriliyor. Akşam vakti yaklaşıyor, saat 17.30 gibi vedalaşıp
ayrılıyoruz,Yeğenimi onlara bırakıyorum,Mustafa onu  terminale götürecek, Ayhan
bana öncülük ediyor, bir petrol istasyonuna kadar ve orada depoyu dolduruyorum
bu arada Ayhan Kamuran, elinde bir poşetle geliyor, “Abim yolda belki ihtiyacın
olur, su, bisküvi, meyve suyu aldım sana ” diyor, vedalaşıp ayrılıyoruz. Fakat
şaşkınım tabi, bu devirde ve hala “ne güzel insanlar var yarabbi” dedirtecek
insanlar..

 Adana-Mersin arasından giriyorum Pozantı- Niğde
otobanına..Güneş batarken gişelere geldiğimde aracı sağa çekiyorum.
Karayolundan  en son gittiğimde otoban gişelerinde ücretli geçiş gişeleri vardı
ama burada öyle bir geçiş yok, kısa bir şaşkınlık yaşadım ama gişe önlerinde
sağa çekmiş araçlar vardı, birine sordum, “nasıl geçeceğiz” buradan diye, o da
gişelerden KGS kartı almam gerektiğini söyleyince rahatladım.15 TL’lik KGS ile
hem o gişeleri hem de Niğde’de otobandan çıkış gişelerini rahatlıkla geçtim.
Niğde’de pırıl pırıl ışıklar yanıyor ovanın ortasında.araçta teyp ya da radyom
yok ama aklıma Neşet Ertaş’ın söylediği “Yine yeşillendi Niğde bağları” türküsü
geldi, “Bize mesken oldu aman aman gurbet elleri” onu mırıldanmaya başladım tabi
Neşet Ertaş’ı da rahmetle anarak. Tam o sırada ağabeyim aradı, zaman zaman
telefonlar çekmiyor, kesilmeler oluyor ama tepeden Niğde’ye inerken konuşuyoruz.
Adana’lı kardeşlerden söz ediyorum, ağabeyim öğretmenliğe Adana’nın Yumurtalık
ilçesi’nde başlamıştı, Adanalıları iyi tanır, “Adana’nın neresindendi o adamlar”
diye sordu, “Seyhan” dedim. “Haa” dedi, “Tabi evet, onlar Adana’nın yerlisi,
gözü tok insanlardır evet, mert, yiğit ve dost insanlardır, tamam, sağ olsunlar”
dedi.Ben de aslında Ömür’den dolayı bilirdim Adanalıları ama bu devirde ve hala
öyle insanları tanımak ne mutluluk vericiydi.

 Kayseri çevre yoluna girdiğimde bir dayanılmaz çöp kokusu
sardı, Kayseri’yi çıkana kadar iyice yüklendim gaza, tamam  şehir uzaktan çok
güzel gözüküyor, bir Cumhurbaşkanı kenti olduğu anlaşılıyor ama o pis kokusu da
olmasaydı diyorum kendime. Sarıoğlan’ın oralarda yolun solunda gösterişli ve tam
da adına layık bir köşk görüyorum, dikkatimi çekiyor. “Ergenekon Vadisi”
levhaları olan bir yer, olabildiğince göz alıcı ve de gösterişli bir tesis ama
ıssız.. Aracımda gösterge panelleri yok, ne benzin ve hız göstergesi, benzin
deposunun ışığı yanıyor tam doldurduğumdan beri de hiç sönmedi. Ergün’ü aradım,
Adana-Kayseri kaç kilometredir diye sordum, 310 km imiş,  yakıt durumunu
tahminen  hesapladım ve takviye yapmam gerekir diye düşündüm ama Kayseri- Sivas
yolunda çift yönlü yol çalışmaları var ve yolun sağı ile solu arasındaki petrol
istasyonlarına geçiş yok, biraz kaygılanıyorum, benzin bitecek ve yolda
kalacağım diye ama Sarıoğlan’daki son petrol istasyonuna varıyorum. Burada
benzin alıp, petrolcü gencin ikramı bir çay içiyorum.

 Şarkışla’dan geçerken Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir
fotoğrafının  ve adının verildiği hemen yol kenarındaki parkı görüyorum. Ona da
bir rahmet okuduktan sonra devam ediyorum, yol boyunca orada önümde bir manzara
var, gökteki yıldızlar, sanki karşımda bir vadideymiş gibi müthiş bir manzara
oluşturuyor. Zaten Çoban yıldızı ve kuyruklu yıldızı fark edene kadar da  ben o
yıldızları, o vadideki ev ve sokak lambalarına benzetiyordum. Karanlık ama yol
aldıkça aynı manzara hiç değişmeyince bu sefer dikkat kesildim, meğer
yıldızlarmış, öyle derinlikli bir vadide, tam karşınızda ve yaklaştığınız bir
yerleşim merkezi gibi bir görüntü veriyor. Sivas’a kadar o manzara ile müthiş
bir yol aldım, ruhum dinlendi, hayran kaldım, o manzara beni dinlendirdi, keyif
aldım seyahatimden. Tam keyif sürüyordum ki bir kamyon geçti beni rampada ve bir
taş fırlattı benim tek sağlam sol farımı kırdı, o sırada öküzlerle kuzuların
neden birlikte otlatılmaya götürülmediğini anladım. Çobanlar, koyunlarla
büyükbaş hayvanları birlikte otlatmazlardı ama biz o öküzlerle aynı yoldaydık ve
çok saygısızca araç sürüyorlardı hem aşırı sürat yapıp, kendilerinden başka
yolda kimse yokmuş gibi sorumsuzca hareket edebiliyorlardı. Burada bir minibüs
şoförünün önünde düşük viteste giden bir araç için söylediği, “babası yapmış
yolları ya, ondan öyle gidiyor” deyişini anımsadım.

 Yol boyunca ağabeyim başta olmak üzere, bizim Enver, Necati,
Ergün, Necmettin, Ömer, Yekta, Zekeriya sık sık arıyorlar, “nerdesin, nasıl
gidiyor yolculuk” diye soruyor, haber alıyorlar ama benim telefonun şarjı da
bitmek üzere sinyal veriyor. Ağabeyim, Sivas’tan devam etmemde ısrar etmişti,
ben aslında Kayseri- Yozgat düşünmüştüm, Necati’de Sivas’ı önerince o yolu
tercih ettim ve Erzincan’a doğru yol aldım, Hafik’te benzin takviyesi yaptım,
pompacısı uyuyan bir benzin istasyonunda, bir süre korno çaldım ama
uyandıramadım, gidip kapısından uyandırayım dedim, tam kapıya vardım ki bir kurt
köpeği, tam kapının eşiğinde yatmış, uzaktan fark etmedim, hemen hırladı, ayağa
fırladı, ürktüm bir anda ama sakin oldum, elimle dur dedim, galiba anladı beni
ve sustu ben araca geçtim ve kornoya bu kez daha uzun süreli bastım ve pompacıyı
uyandırdım ama pompacı, uyduğunu hiç kabul etmedi. Mahsus takıldım ona tabi,
“senin yüzünden köpek ısıracaktı beni, uyumasan ilk kornayı duyardın” dedim ama,
“yok Tv açıktı, zaten köpek bir şey yapmaz o eğitimli köpektir, üstelik  ben
uyumuyordum” diye inat etti. “seni şikayet edeceğim” diyince hemen telefona
uzanıp, “al patronu ara, söyle “dedi ciddi ciddi, oysa ben zaten şakadan
takılıyorum ona ama uykudan uyandığı için de şakadan takıldığımın farkında bile
değildi.

 Bir ara Giresun Şebinkarahisar ve Dereli yoluna döndüm
Zara’da ama orada gece yarısını geçmişti saat ve birisine sorduğumda o da “hiç
girme bu yola, Erzincan üzerinden devam et” diyince Zara’nın içinden geri
döndüm, tekrar Erzincan yoluna geçtim. Adana’dan Akarsu’ya kadar sadece
Sarıoğlan’da bir bardak çay içebilmiştim, evet yol boyunca Adana’da Ayhan’ın
aldığı erzakla idare etmiştim ama artık uykum geliyordu ve Nescafe  içmem
gerekiyordu. İmranlı’dan sonra Akarsu’da  otobüslerin mola yerinde durdum bende,
demli bir kahve içtim, o yaradı bana. Yola koyuldum, aracın kaloriferi çalışıyor
ama izolasyon olmayınca üşüyor insan yine, Sivas’a kadar da kaloriferi pek
yakmamıştım ama artık buralar iyice yüksek geçitlerin bol olduğu yerler, 2190
rakımlı Kızıldağ, 2160 rakımlı Sakaltutan geçitlerinde zaman zaman aracın
ışıkları söndü, elektrik gitti, yolda kaldım. Uzun sürmedi Allah’dan, tek
başımayım ve bir elektrik bile yok yanımda. Bir ara Sakaltutan’tan aşağıya
inerken birden söndü ışıklarım, kapkaranlıkta kaldım ve aracı yol kenarına
çekeyim derken ön sağ lastiğim yoldan aşağıya düştü, korktum. El frenini çektim,
Allah’dan frenler orada tuttu, indim yoldan geçen araçlara el ettim ama kimse
durmadı bile. Bunu babama anlatırken babam , “bende olsam durmam o yolda, o
araçla, o dağ başında kimsin, nesin”diye o yardım için durmayan adamlara hak
veriyor. Ben öyle düşünmüyorum tabi, benim felsefem yolda kalmışlara yardımdan
yanadır he………………..
yazının devamı için tıklayınız

Yorum bırakın