Gökyüzünde para kadar bulut yok

Doğu Karadeniz’de, Trabzon’a 90 kilometrelik mesafedeyiz. Araklı’nın Bahçecik köyü ve yaylasına çıkıyoruz.  Her zaman değil tabi fırsat buldukça gidebiliyoruz yaylalara ama bu kez gidişimiz, adını sık sık duyduğum ama bir türlü dalında görmediğim yer ligarbası içindi. Daha önce de ligarbaya gitmiştim ama o zaman ki  meşe ligarbasıydı yanı ağaç sayılabilecek fundalık tarzındaki bitkiden ayakta toplamıştık ama yer ligarbası, tamamen yayla çimenlerinin arasında, çimenler boylarındaki ligarbalardan toplamak öyle her yiğidin harcı değilmiş. Meşe ligarbasıyla yer ligarbası arasında pek fark yok bitkinin boy farkı dışında, tad ve lezzet farkı da hissedilebiliyor. Yaylada havanın çok güzel olduğunu anlatmak için kullanılıyor “Gökyüzünde para kadar bulut yok” ifadesi..Hafta da sadece bir gün izni olan bir insanında bu deyimi diline pelesenk etmesinden doğal bir şeyde olamazdı herhal..
 

 

Bizim Enver, öylesine ilgili ki bende onun ilgisine saygısızlık olmasın diye davet ettiğinde  ona eşlik ediyorum aslında. Oğlu var yanında adaşım aynı zamanda. Bir de gittiğimiz yerde, bizi ligarba ocaklarına götürecek bir rehber Dursun Ali. Meğer Enver, o arkadaşı bir gün öncesinden aramış, hangi saatte orada olacağımızı da söylemiş, bunu buluştuğumuz da anlayabiliyorum. Yola koyulmadan önce akşam yemeğini nasıl yiyeceğimize karar veriyoruz. Mangal mı yapacaktık yoksa gittiğimiz yerde Allah ne verdiyse diyerek, orucumuzu bozacaktık. Mangal işinin ramazanda pek doğru olmayacağına, hem mangala zaman bile ayıramayacağımıza karar verip, mangal almıyoruz. Bizim yaylalarda genelde et ve türevleri ağırlıklı bir beslenme alışkanlığı var. Yine mangallarda ama tesislerdeki mangallarda kuzu, koyun,  dana eti veya köfte yenilebiliyor.
 
Koyulduk sabah saatlerinde yola, sahilden iç kesime doğru yol alıyoruz. Karadeniz de sıradağlar var, sahilden itibaren yükselen ve yükseldikçe de serinleyen, rutubetten sıyrılan enfes hava tabi. Yayla sınırlarına geldiğini o serinlik anlatıyor zaten. Yaylalardan hiç haberdar olmasan bile o serin hava, kendini hissettirir ve sana “yayla sınırlarına girdik artık” der yani!
Yolun bir kısmı asfalt yol ve gerisi artık stabilize ve yayla yolları. O yollarda lüks arayışımız yok elbette, yaylaya giderken sallanmadan yapılan seyahatler de makbul sayılmaz hani. Hem yaylaya gidecek ve hem de hiç sallanmadan gitmek olmaz yoksa yaylanın bir önemi kalmaz ki!
 
Her neyse rehberimiz Dursun Ali bizi Bahçecik hanlarında karşılıyor. Onu da arabaya alıyoruz, sabah şehirden çıkarken fırından aldığımız kocaman ekmeğe gözü ilişiyor ve taze ekmek kokusunu da alınca “of, bizde de cameş yağı vardı, ne güzel yenurdi bu ekmek” diyerek, sabahın o saatlerinde sanki acıkmışlık serzenişinde bulundu. Devam ettik, önce “sizi fiskoya götüreyim” dedi. Bahçecik köyünden hemen ormana daldık. Burası 1800 rakımla 2000 rakım arasındaki bir yer. yani ormanların bittiği yer, Bahçecik köyünün olduğu yer. Daha yukardaysa Bahçecik’in yaylasın var ve biz de zaten Bahçecik yaylasında toplayacağız yer ligarbasını. Ama rehberin de yönlendirmesiyle “fisko”, Enver’in ifadesiyle de “ahududu” için ormana giriyoruz. Biraz araçla yol alıyoruz ardından aracı bırakıp bu kez de yaya biraz yürüyoruz ama yok, aradığımız fisko ve ahududuya tek tük rastlıyoruz. Hemen geri dönüp, zaman kaybetmeden bir an önce ligarbalığa ulaşmak istiyoruz.
 
Yükseldikçe görüş alanımız genişliyor, çevrede daha önce görmediğimiz yaylaları görür oluyoruz. Mükemmel bir manzaralı seyre sahip bir yayladayız artık. Hemen yayla çimenlerinde bizim yıllar öncesinden anılarımızda var olan Manda (Cameş)lara rastlıyoruz. Manda yavrusuna gadak diyorduk o zamanlar, tüylüce bir gadakla karşılaşıyoruz ama bu mandalar sahiplerinden başkasını ürkütebilecek kadar vurucan olabiliyor. Nitekim ben sadece fotoğraf çekeyim derken bile üzerime yürüdü büyük olan cameş. Oysa babaannem, anneannem, annem ne severlerdi bizim mandaları. Ağırbaşlı , sakin ve çamurdan hoşlanan, belki de ondan stressiz gözüken bir hayvan. Gerektiğinde sahibinin koruyucusu olan bir sahiplenme ve bağlılık duyusu yüksek olan büyükbaş hayvanlardan  mandalar. O ağır oluşları belki de karadenizde sayı olarak azalmalarında rol oynadı.
Yaylanın da zirvesine doğru biraz araçla gittikten sonra bir süre daha yaya olarak yürüdük, o türkülerde mırıldandığımız “yaylanın çimenine kuzu yayılır kuzu” sözlerinin yerini bu kez “insan yayılır insan” dedirtecek bir manzara. Enver, Dursun Ali ve Mustafa, yaylanın çimenlerinde çökerek birşeyler aranıyorlardı. Bende yanlarına vardığımda onlar birbirleri ile yer ligarbası yarışına başlamışlardı bile. Ama hayret ettim, onca güya yayla görmüşüm ama bu yer ligarbasını tanımıyor olmama hayıflandım. O çimenlerin aralarında meğer ligarba  var. Koyun gözü var.Yer ligarbasında salkım yok ama meşe ligarbasında vardı. Çömeliyorsun yere tek tek o siyah incileri toplarken baya bir yoruluyorsun. O çimenler arasında hemen hemen aynı tadı veren ama biraz daha mayhoş olan ligarbanın yarısı kadar meyvesiyle  koyun gözü de toplayıp, ben artık harmanlama yapıyorum. Hatta biraz da kuşburnu toplayıp, nerdeyse yaylada sonbahar kokteyli denebilecek bir içecek özü hazırlığındayım.
 
Başka yerlerde ligarba,  Ukrayna ve Rusya’da “cranberry” olarak bilinen Yaban mersini,Türkiye’de, Rize’de Likapa,Trabzon’da Ligarba, Lifos veya Trabzon Üzümü, Rize Pazar ilçesinde Kaskanaka, Rize Ardeşen İlçesinde Çera(Çela), Artvin’de Morsivit veya Mahabak, Giresun’da Çalı Çiçeği, diğer bölgelerde ise Ayı Üzümü, Çay Üzümü veya Çoban Üzümü olarak isimlendirilen ve literatüre Yaban Mersini olarak giren bu üzümsü meyve puslu veya parlak mavi rengi ile Mavi altın (blue gold) olarak nitelendiriliyor ligarba.
Enver, daha çok rehber Dursun Ali’ye kulak verip onu dinlerken bende her ikisinin konuşmalarına kilitleniyorum. Enver, çevrede başka ligarba sahalarının olup olmadığını öğrenmeye yönelik sorular sorarken, Dursun Ali, bulunan ligarba yerlerinin aslında kimseye söylenmemesi gerektiğini anlatıyor. Yaylalarda ne kadar ligarba varsa sanki sadece kendisi toplansın istiyor belki. Şaka tabi, güya toplanan yerdeki nimet erken bitmesin diye bir hurafeden başka bir şey değil tabi Dursun ali’nin söylediği. Dursun Ali bir de diyor, “kayaların tepelerine doğru iyi olur ligarba,tadına doyulmaz” ama onlar bırakıp beni başka bir tarafa geçiyorlar. Bense o başladığım yerde topluyorum, onlar çağırsalarda onlarla gitmiyorum. Çünkü ben o manzarayı sevmiştim bir kere..
Hiç boş durmuyorum ve harıl harılda ligarba toplamama rağmen benim onların gittiği yerlere gitmemin bir anlamı yoktu. Onlar belki bulamadı ve belki de aza kanaat getirmediler ama ben az da değil hiç durmadığım halde sürekli ligarba bulabiliyorsam neden gideyim ki dedim kendime ve gitmedim. Hem Dursun ali, kayaların tepelerine doğru da olur diyordu ya, tamda burası orası işte. Kayalık bir yer. Geçmiş yıllardaki harplerden kalma şehit mezarlarına da rastladığımız o yaylada, kırık kayalıklar bana bizim yayladaki ziyareti anımsattı. Orada da mermilerden kayalar kopmuş dağdan ve halev diyeceğimiz kırıntı taşlar oluşturmuşlardı. Benim bulunduğum yer tamda böyle bir tepeninde olduğu kayalıklardı.
 Ömrümde hiç bu kadar bir yaylada aynı noktada bu kadar zaman geçirmemiştim. Evet Enver’in sık sık yaylalara çıkıp ta oralardan bizi özendirmek adına söylediği bir laf bu, “Gökyüzünde para kadar bulut yok”ifadesi aynı zamanda. Kısaza bizi gaza getirmek için sık sık başvurduğu yöntem olmuş. ligarbaya başladığımız da o ifadeler doğruydu. Ama öğleden sonra hava dönmeye başladı. Aşağılardan sisin yavaş yavaş yükselişini seyre koyulduğum oldu. Benim bulunduğum tepeye, karadere vadisinden esen deniz rüzgarı vuruyor. Bende zaman zaman dinlenmek üzere kayaların güneş vuran kısmına geçiyor ve çimenlere uzanıyorum. Allah’ dan benim ligarba topladığım yer yamaçtı ve ayakta durabiliyordum ama onlar….…………….yazının devamı için tıklayın

Yorum bırakın