Süphan Dağı’nın düzü

Fındık ayı ama henüz fındıklar olgunlaşmamış, çayırlar biçilmiş.Bir hafta öncesindeydi, oğlum’un oynarken fındık dallarına asılı kaldığı sağ kolunda dirsek altından yaralanması. Kolunda sargısı vardı ama olsun, bu bizim gezimizi etkilemezdi.1996 yılının yaz mevsimi..

 

Bir anda verdiğim kararla eşime yirmi günlük bir tatil (daha doğrusu gezi) için “hazırlanın” demiştim. Nereye gideceğimizi ona da söylememiştim. Kızım on, oğlum beş yaşındalar. Hem zaten karadeniz’de öyle tatil dendiğinde de gidilip bir yerde deniz, kum güneş gibi bir gelenek henüz oluşmamış, Trabzon’un dışına her çıkılma, çevrende zaten “ohhh oh tatile hemi?” denilerek, öyle   algılanırdı. 
 
Hem gezi diye bir kavram da sadece okul etkinlikleri olarak bilinirdi. Yoksa öyle çocuklar alsın arabasını, arkadaşlarını gitsin bir yerlere, böyle bir olgu da aile de garip karşılanır zaten her çocuk veya genç de anne ve babasının yanından eşini, çoluk çocuğunu alıp da gezmeye çıkarken bile düşünülürdü. “Babasız, annesiz gezme mi olurmuş” mantalitesi yaygındı. Ama ben de öyle yöresel geleneklere çok da uyumlu bir tip sayılmazdım. Onun için anne ve babamı kırmadan almıştım o izni ve yola da koyulmuştum bile..
 
Araklı’nın Yiğitözü köyünden çıktım yola, Trabzon’a kadar yine bir şey söylemedim. Erzurum yolu sapağından girdim Gümüşhane yoluna. Maçka, Zigana, Torul, Gümüşhane, Kale, Akşar derken Bayburt’a dört saatte vardık. Kardeşim, daha önce Muş’ta öğretmenlik yapmıştı, Süphan dağının yamacında bir köydü. Ama sadece o da değildi, gerekçem kayınbiraderim aynı zaman da kız kardeşimle de evliydi ve o da Muş’un Malazgirt ilçesi’nde görev yapıyordu. Onun da iki çocuğu vardı.  Telefon olsa da henüz şimdiki gibi yaygın değil ve istenildiğinde de hemen ulaşılmıyor ama onlara sürpriz yapacaktık. Bayburt’tan kardeşimi de aldık ver elini Aşkale, ılıca Erzurum. Erzurum’da Abdurrahmangazi Türbesi, çifte minareli medrese ve üç kümbetler derken zaman harcamamaya çalıştım.

 

 
Erzurum’dan sonrasında yolları da bilmiyorum yol şartlarını da. Kaç saatte Malazgirt’e varacağımızı da kestiremiyorum ama havanın kararmaması lazım. Hem o dönemler, o bölge de plakası takılı araçlardan çok plakasız araçların yollarda olduğu bir dönem. Terör kaygısı var ve jandarmalar zaten her yerleşim biriminin giriş ve çıkışında barikatlar kurmuş ve gelen geçen araçlara, “nerden geliyorsun, nere gidiyorsun?” diye soruyor. Hasankale (Pasinler), Köprüköy, Horosan, Tahir, Eleşgirt ve Ağrı’ya varıyoruz. Ağrı’dan Hamur, Tutak ve Patnos’a ulaşıyoruz ama artık hava kararmaya başlıyor. Hamur yolundayken benzinimiz bitiyor ve bir haylı yol aldıktan sonra tekrar geri dönmek zorunda kalıyor. Zaten zaman kaybımız da burada oluyor. Yollarda benzin istasyonu vardır umuduyla gidiyorduk ama o bölgenin bizim alıştığımız bölgelerden farklı olduğunu ve öyle adım başı istasyon olmadığını anlıyoruz.

 

Zaten Murat nehri vadisinden ilerlerken gördüğümüz sivil araçlarda plaka bulunmaması benim dikkatimi çekiyor ama kimseye hissettirmeden yola devam ediyoruz. Teyp’te de “eşkıya” kaseti var. Tam da oraların havasına sokuyor bizi. Hava iyice kararmadan ulaşalım diyoruz Malazgirt’e ama  yollar öylesine virajlı ve ürpertici kayalıklar arasındaki sürat yapamıyoruz.Doğan’da artık gece oluyor. Ay ışığı var ama bu kez de çayır ve tarlaların içinde üst üste dizilmiş, yöre de “koruluk” anlamına gelen taşların gölgeleri, sanki birer insanı andırıyor. Bu görüntü bile insanın o sessizlikte yol alırken bir kaygıya kapılmasına yetiyor. Eşim, kaseti değişmemizi istiyor ve kaseti değişiyoruz buralar da.Allah’tan ters bir durumla karşılaşmadan yatsı ezanları okunurken Malazgirt’e giriyoruz. Tabi kayınbiraderim, kız kardeşim ve torunlarım şoktalar. Haberleri yok ve o şaşkınlıkları ve sevinçleri ile gece bir hayli geç saatlere kadar yatmıyoruz. Ne de olsa yayladır bizim için ve yaylalarda da iki saatlik uyku bile sizi zinde tutmaya yeter de artar bile öyle de oluyor zaten.
 
Sabah kalktığımızda o bölgede bir günlük piknik turu yapalım diyoruz.Bitlis’in  Adilcevaz ve Ahlat  ilçelerine gitmeye karar veriyoruz. Aynı araca doluşuyoruz, tıka basa da olsa  dokuz kişi ama çocuklar ufak olunca sorun olmuyor.Elli dört kilometrelik Karahasan yolunu değil de yüz elli kilometrelik Süphan dağını çevreleyen yolu tercih ediyoruz. Ana yola çıktığımızda geceleyin İran’a giden Tır’ların bir koyun sürüsüne daldığını ve yüz yirmi dolayındaki koyunun telef olduğuna tanıklık ediyoruz. Koyun leşleri, yol üzerinde ve kenarlarına serpilmişti. Burada biraz ahlanıp vahlandıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Doğruca, Süphan dağı’nın düzünde, Vangölü kenarındaki Göldüzü (Sodalı göl)’nde tavuk ızgara yapıyoruz.Bu arada çocuklarla sodalı gölde ufacık balıklar arasında yüzüyoruz. Karşı tarafta bir köy var ama kimsenin göle girdiğini görmüyoruz tabi. Süphan dağının düzünde çok güzel bir piknik yapmış oluyoruz.
 
Piknik’ten sonra Adilcevaz’a geçiyoruz. Adilcevaz’ı da gezdikten sonra Ahlat’a geçiyoruz. Ahlat’taki Usta Sakirt kümbeti başta olmak üzere diğer kümbet ve ilginç mezarlar  arasındaki gezintimizden sonra  Vangölü’nün  kenarındaki bir kır lokantasında dinleniyoruz. Günler uzan ama zaman öylesine çabuk geçiyor ki, yeniden yol yapım çalışmalarının da bulunduğu Adilcevaz yolundan geri dönüyoruz.

 

Yolumuz uzun bu kez rotamızı İstanbul’a çeviriyoruz. Sabah saat 09.00’da Malazgirt’ten yola koyuluyoruz. Erentepe, Hasköy ve Muş’a geliyoruz. Burada amcamın eşinin dayısının mağazasına uğruyor, bir küçük akraba ziyaretinden sonra Bingöl’e geçtik. Bingöl, yolumuz üzerinde değil biraz içerde kalıyordu ama yoldan görülüyordu. Uğramadık.O gün, benim planım Nevşehir’e varıp çadır kurmaktı. Gece yarısı da olsa bunu çok istiyordum. Bingöl’den Elazığ’a giderken rakımı 1800 olan kuruca geçidinin oralarda çevredeki maki bitki örtüsünün traşlanması dikkatimizi çekiyor.Yeşile kıyım yapılmış sanki.Meğer, o dönemlerde buralarda yol kesmeler oldukça fazla ve teröristler, bu fundalıklarda gizleniyormuş o nedenle traş edilmiş zaten. (1993 yılında 33 askerin şehit edildiği yer). Sık sık karşılaştığımız asker barikatlarından Kovancılar’da da karşılaşıyoruz. Askerler, zaten hazır olan kimliklerimizi kontrol ettikten sonra  bize nerden gelip nere gittiğimizi sorunca bende “Trabzon’dan gelip, İstanbul’a gidiyoruz” diyorum. Asker şaşırıyor, ve bana “siz hangi akılla böyle bir güzergahı izliyorsunuz  be adam  başka işin mi yok” diyor, haklı olarak. Ama  biz de “Muş’taki akrabalarımızdan bahsedince, “dikkatli gidin” diyor. Geceye kalmamamızı salık veriyor.
 
Elazığ’da Keban barajı  ve Malatya’da karakaraya baraj göllerinde küçük molalar veriyoruz.Ama Malatya’da kayısı festivalinin olduğu güne denk geliyor ve oradan yanımıza biraz kayısı alıyoruz. Zaten yol boylarınca satılan taze kayısı ve eşek şeftalisinden bolca yiyoruz. Malatya’da bir meydan da fotoğraf çekiliyoruz ve burada birer dondurma iyi gidiyor. Bu meydanın adı Kernek meydanı. Sonradan öğreniyorum ki, “kernek” aslında Kürtçe’de “eşek” demekmiş. Onun için bu fotoğraftan söz ettiğimde bu anlamı bilenlerden  gülenler oluyordu ve ben bir anlam veremiyordum.
 
 Malatya’dan çıkarken hava artık gün batımına doğru geçiyor.Balaban’dan kepez dağını tırmanırken bir otobus, plakamızı görüp bizi selamlıyor.Bu hoşumuza gidiyor ve “yolda yalnız değiliz” duygusu veriyor tabi. Darende, Gürün, Pınarbaşı’na kadar yine virajlı yollar ama oradan sonrası artık tam istediğim gibi bir yol. Bir yandan …………….yazının devamı için tıklayın

Yorum bırakın