Ligarba için yollara düştük

Bizim amca oğlu Enver, ne zaman yayla sohbeti yapılsa “ah ligarba” der durur. Anlamam ben tabi, “ligarba” dedikleri nedir ne değildir. Çocukluğum, onlar gibi buralarda geçmemişti hem zaten bizim bölgemizde ne anlama geldiğini bilmediğimiz daha bir çok kelimeler vardır. Sadece ligarba değildi. Ligarba’yı da ben belki gördüğüm ama adını da duyduğum halde unuttuğum bir bitki türüdür. 
Ankara’dan şükür gelmiş, Evner’in teyzesinin oğlu. 4 tane kızı var, kızları ondan hem ligarbanın meyvesini ve hem de yapraklarını istemişler.O, kızlarını çok seviyor ve  Eli mahküm, ligarba toplamak için can atıyor. Seymen de akrabamız ama ayakları kesik. Protez takılmış ayakları ile yürüyor ama o kadar. O, biz ligarba toplarken arabada kalacak, ligarba toplayıcısı yardımcılığı yapacak kısaca.
Enver’e Telefon açtım, bir akşam önce onlarda planlamıştık. Yarın ne yaparız derken ki anlaşmamız da bir yayla olabilirdi tam kesin olmamakla birlikte. Hem o akşamdı, Enver’in beş yaşındaki oğlu Hüseyin’in hikayesi, dedesiyle camiye gidip, teravih namazını kılmasını;
“baba var ya ben dedemle camiye gittim ya dün akşam da. işte o zaman ömrümün en uzun namazını kıldım var ya ” anlatmıştı.
 
Bunu dinlerken baya gülmüştük Hüseyin’in ömründeki en uzun namaz kılışına. Nerden bilsin çocuk, ona kimse bildiği namazın dışında bir namaz kılınacağını söylememişti ki, en fazla on üç rekattı belki de bildiği namaz ama sadece yirmi rekatlık teravih namazının o namaza ekleneceğini nerden bilebilirdi ki! 
Telefonlaştık ve Enver, Şükür ve Seymen’le geldi beni de aldı, çağlayan’dan vurduk yayla yoluna yukarıya doğru, doğal yabani ligarba bulmaya, rastgelirse, bulabilirsek tabi. Hiç birimiz de “şurada vardır” diye bildiğimizden değil işte, “vardır belki” diye.Onlar da benim gibi ilk kez gidiyoruz bu yoldan hatta bir ara yolu şaşırdık ve vatandaşlardan “yayla yolu neresi” diye yardım da aldık. Ligarba için koyulmuştuk yola.
Yayla yolu bu neyle ne zaman nerde nasıl karşılaşacağınız hiç belli olmaz. Hele işlek bir yol değilse zaten şansınıza artık. Hava yer yer açıyor yer yer kapanıyor. Bulutlar, üzerimiz de dolanıyor. Nitekim zaman zaman yoğun sise girdiğimiz de oluyor. Yer yer çamura battığımız da tabi. Aracın zorlandığı ve manevralar yaptığı yerlerde yeni yol yapım çalışmalarından kaynaklanan çamurlanma var. Zalım çamuru diye tabir edilen türden, yağışlarda kayganlaşan ve araçların çıkmakta zorlandığı yerlerde yola serilen çalılar sayesinde çıkabiliyoruz. Ama yolculuğumuz gayet zevkli geçiyor. Ne de olsa şehirlerde böylesine yollarla boğuşmuyorsunuz ama o yollardaki yorgunluk ve çile bile sizi sanki dinlendiriyor. 
Hüseyin’in bu ömrünün en uzun namazını kılması gibi bende ilk kez ömrümce böylesine çok ligarba göreceğimi açıkçası beklemiyordum. Başka yerlerde  mesela Ukrayna ve Rusya’da “cranberry” olarak bilinen Yaban mersini,Türkiye’de, Rize’de Likapa,Trabzon’da Ligarba, Lifos veya Trabzon Üzümü, Rize Pazar ilçesinde Kaskanaka, Rize Ardeşen İlçesinde Çera (Çela), Artvin’de Morsivit veya Mahabak, Giresun’da Çalı Çiçeği, diğer bölgelerde ise Ayı Üzümü, Çay Üzümü veya Çoban Üzümü olarak isimlendirilen ve literatüre Yaban Mersini olarak giren bu üzümsü meyve puslu veya parlak mavi rengi ile Mavi altın (blue gold) olarak nitelendirilen ligarba için yollara düştük. 
Allah’ dan arabanın arazi özelliği var, otomobille gitseydik kalmıştık yollarda. Hem yol boylarınca da kontrol bana düştü. Birkaç kez, meyveli bir fundalık gördüğümde “ligarba” diye bağırıyorum aracın üstünden, duruyorlar ama meyveyi görüp “o ligarba değil yav” diye devam ediyorlar. Aslında ben ligarbayı Zigana dağında görmüştüm. Daha da aslına bakarsanız  ligarbayı çocukluğumdan da tanırdım. Annem onun yapraklarını yedirirdi bize “kuzu kulağı” diye. Yani mayhoştu yapraklarının tadı hele bir de yeni yeni filizlenirken o yaprakları taze olduğunda çok da hoş olurdu. Ama ben nerden bileyim ki yaprağını yediğimin bitkisinin o yeşil yaprakları zamanla kırmızıya dönermiş, bir de meyvesi olurmuş da o da her derde deva imiş, nerden bileyim?
 
Trabzon’un Çağlayan beldesi’nden çıktık asfalttan ve köprüyü geçip girdik yayla yoluna. Fındıklıklar bitmiş bolca ağaçlı alanları geçmiş, ormanların bittiği yerlere çıkmışız. Makilikler başlamış artık. Bir yerde aynı türden iki çeşit bitki vardı.“ligarba” dedim durduk. Araçtan indik ve saldık kendimiz ormana. Orman dediysem fundalık, kumar ve zifin fundalıklarının aralarında da ligarba var. Bir de zehirli olan başka yine ligarbaya benzeyen bir bitki türü var, zaten onun için karıştırıyoruz ya. Fakat o zehirli dediğimiz meyve siyah ve yaprakların üzerinde olurken, ligarba meyvesi hep yaprakların altında sanki gizleniyormuş gibi. Ama ligarbayı tanıdıktan sonra artık karıştırılması mümkün değil, bitkiyi ve meyvesini. 
Ağzımız bağlı hepimizin, ve bir tek meyve atamıyoruz ağzımıza, oruçluyuz. Topluyoruz habire, ellerimiz deki kaplara. Bir yerde az vardı, biz orman boyunca ilerledikçe daha da büyükçe ligarbaların ve meyvelerinin olduğu yerler bulduk ve zaten günümüzün önemli bölümünü de burada ligarba ve yaprağını toplayarak geçirdik. Akşam olmadan ulaşmamız gereken yaylalar var, iftarı da oralarda yapıp tekrar geriye döneceğiz.
Fakat bizim ligarba manyağı Enver, o meyveleri “cennetteki meyvedir” diye nitelendirdiği Ligarbayı, Dünyanın en güzel meyvesi diye de övüp bitiremiyor. Ağzımızın suyu akıyor o dedikçe ama bir tek ligarba bile yiyememek beni pek etkilemiyor. Çünkü ben o meyvenin tadını zaten bilmiyorum ama Enver, abartıyor mu onu da yanımızdaki ne Şükür ve ne de Seymen de söylemiyor. Bir güzel ligarba topladık. Ufacık meyveleri ne kadar toplarsanız toplayın sanki toplamamış gibi hissediyorsunuz kendinizi. 
 
Bir yere geldik, sık sık kumarlık ve zifin fundalığı ve dikenler var. Şükürle biz önden girdik bu fundalığa ama adım atılmıyor. Sonradan da Enver, yanına orak alıp geldi girdi fundalığa. Dikenleri kesip kendilerine yol yapıyor ve ligarbalıkta öylece ilerleyebiliyorlar. Ben rahattım, kumar dallarının üstüne çıkmıştım, dikenler de zaten kumar dallarının altında kalabiliyor ve hem kumarların üzerinden yürüyor ve hem de güzel ve sık ligarba toplayabiliyordum. Daha önce nerede olup olmadığı konusunda bilgim de olmayan ligarbanın artık yerini ezberlemiş oldum. Ama ligarbanın  meşede olan türünü topladık biz, bir de bozkırda olan yer ligarbası varmış ki annem, onun meyvesinin tadının daha da güzel olduğunu söylüyordu.
Neyse biz ligarba toplamayı bitirdik ve artık yayla yoluna koyulduk. Bulunduğumuz yer Çağlayan, Yomra ve Arsin’in yukarda birleştiği yerler. Harmantepe şehitliğinin oradan geçtik, Santa’nın üzerinden Sarıtaş yaylasına. Sarıtaş’ta bir kalabalık var. Pide yapılan fırın var, bakkalı var ve kıraathanesi dolu, millet artık iftar saatini bekliyor. Biz oradan pidelerimizi ve de gözenekli Sarıtaş Yayla peynirini aldık. Camiboğazı yaylasına doğru devam ettik. İftarı orada açmak istedik ama olmadı, yolda Dilaver yaylasında akşam ezanı okununca biz de Dilaveryaylası tesislerinin alt tarafındaki köprünün ordaki suyun başında iftarımızı açtık.
Bir yandan soğuk bir yandan sis artık yayla havası da bizi üşütmeye başladı. Doğruca arabaya atladık ve camiboğazı yaylasına geçtik. 

Kahvehanede çay içelim dedik ama yaylalar o kadar kalabalık ki kıraathanede oturmaya yer bulmak için biraz ayakta da bekledik. Oturduk ama çay bardaklarının biri boşalıyor dolusu geliyor derken dörder bardak çay içtikten sonra kendimize geldik. Daha sonra da acısu yaylasına gidip, her biri ayrı yerde olan beş oluktan acılı su aldık. Siz ona maden suyu diyin, tuzlu su diyin, sodalı su deyin ne derseniz diyin ama benim Erzincan’daki ..…………yazının devamı için tıklayın

Yorum bırakın