Hapsiyaş köprüsü’nden Uzungöl’e


Bir hayli zaman olmuştu Uzungöl’e yaz mevsiminde gitmeyeli..önceleri fırsat bulup gidiyorduk ama tabi gitmekten sayılırsa..bizimkisi iş icabı olunca, takipler nedeniyle gittiklerimizi ben gitmekten saymam. Hem zaten tüm görevliler bilir bunu, belli bir görevdeyken gidilmiş yerlere “gittim” denilecek gidişler olmaz onlar. Benimkisi de o hesaptı. Aslında bunu Rahmetli Adnan Kahveci,  eşi ve çocukları ile Uzungöl’de söylemişti.  Bana “işin yoksa, Sumela Manastırı’na birlikte çıkalım, bakanken gitmiştim ama o gidişler bana hiç gitmişlik hissi vermez, vermedi de zaten. Gidelim” gitmiştik.  O zaman bu zamandır düşünürüm ve o zamana kadar  görevli gittiğim bir çok yere gitmediğimi o zaman anlamıştım!Dokuz günlük Ramazan bayramını fırsata dönüştürüp, uzungöl’e çıkanlar öylesine çoktu ki, hani tabirimi mazur görün ama uzungöl doldu taştı tabiri abartı sayılmazdı. Son yıllarda daha çok arap turistlerin varlığından söz ediliyordu, bende merak ediyordum aslında var mı o söylenen kadar. Fakat yoktu, Araplar değil ama yerli turistlerden ben ya Arap göremedim ya da söylenenler abartıydı. Uzungöl, artık eskisi gibi değildi. Bir başka yazımda da söylemiştim, “Karadenizi önce biz gezelim” diye, o “biz” den kastım, Karadeniz insanıydı. Şimdi artık Uzungöl bile bize yabancı oluvermişti. o eski  uzungöl’in Uzungöl olduğu yıllardaki tenhalığın yerini, aşırı araç yığını ve dolayısıyla tıpkı o şehirlerdeki gürültü almıştı. Araçların birbirine yol vermesi bile sorun artık uzungöl’de.
Uzungöl, görmeyenler için gidilmesi gereken bir yer tabi. Fotoğraflarını hayal ederek büyüyenlerden tutun,  fotoğraflarını görünce, “ne mutlu size cennettesiniz” diye iç geçirenlere, gidip de doğasına, manzarasına doymayanların anlatımlarına imrenenlere  kadar hemen herkesi  büyüleyen  uzungöl’e çıkarken, Solaklı vadisinde hemen herkesin dikkatini çeken  Hapsiyaş Köprüsü’nde(Kiremitli köprü) fotoğraf çekmek için duruyoruz. Bu köprü,  ilk olarak 1935 yılında yapılmış ve bir başka örneği de bulunmadığı için 1996 yılında da “Anıtsal eser” olarak tescil edilmiş, 2002 yılında da aslına uygun olarak Trabzon valiliği tarafından restore edilerek bölge turizmine kazandırıldı. Hapsiyaş Köprüsü, sığınaktır aynı zamanda, yağmurlu havalarda o yöre sakinleri için. Köprünün hemen önünde yörenin kestane balı ve çiçek balı satışını yapan tezgahta fiyatları soruyorum. Çiçek balı 30 lira, kestane balı ise 50 lira. Aynı kestane balı Ayder’de 150 lira. Ayder balı diye de adlandırılıyor. Sanırım bu turizm patlaması, bizde fiyatları baya fırlatmış, canlı alabalık, çay ve bal fiyatları bana çok pahalı geldi. Düşüsenize çay yöresindesiniz ve ince bel bir bardak çay bir lira. Oysa kahvelerde çay normalde 40 kuruş. Neyse..

 

Oradan ayrılıp dedem, babam ve amcamların Çaykara’ya vardıklarında mutlaka ziyaret ettikleri,  ve bölgenin Müslüman olmasına  kaynaklı ettiğini söyledikleri Maraşlı köyündeki Maraşlı Saçaklızade Osman Efendi’nin türbesini ziyaret ediyoruz. Çaykara’nın hemen içinden, kaymakamlık binası önünden direk yukarıya doğru asfalt bir yolla çıkılıyor, oradan da devam edip, uzungöl yoluna zaten varılabiliyor. Hem manzarası ve hem de manevi havası ile Maraşlı Saçaklızade Osman efendi’nin türbesinden ayrılıyoruz. Son çıktığımda hala yolları tamamlanmamıştı Uzungöl’ün ama  artık tamamen asfalt ve yön levhaları da neredeyse eksiksiz yol boyunca. Tahmin ediyorum, hem bayram ve hem de hava güzel olunca Bayramın birinci gününde Uzungöl’ün kalabalık olabileceğini, yanılmamışım. Bir ara sanki İstanbul’da köprü trafiğine takılmışız gibi oluverdik. Araçların birbirlerine yol vermesi bile bir mesele oluverdi neredeyse. Türkiye’nin her yerinden plaka saymak mümkün tabi ama gurbetçilerle de yabancı plakaları da görebiliyoruz. İran plakalı araçlar da yok değil tabi.
Gölün çevresine dönülmüş o set duvarları ilk kez görüyorum, fakat aklıma uzungöl’ün suyunu karşılayan ve ilk kez DSİ tarafından yapıldığında Haldızan deresi üzerindeki bentler için de aynı “çevre kaygısı” dile getirilmişti zamanında ama o kalabalık trafiği gördükten sonra bende çevreci dostlarıma hak vermekten vazgeçtim. O  duvarlara rağmen göle uçan araçlar olmadı mı daha yakın bir zamanda, hem de ölümle sonuçlanan. İyi ki duvarla çevrildi Uzungöl, yoksa maazallah Uzungöl’in çevresini saran ve her birinin adeta birbirine inat “para hırsı” ile yapılmış o karmaşık binalar, göl möl dinlemez orayı da işgal ederdi kısa zamanda. O zaman da ortada Uzungöl diye bir yer kalmazdı zaten. Ellerinde birer cihazla bir zamanlar İstanbul sokaklarındaki  “değnekçi” leri aratmayan park parası kesen görevlileri nin sayısını da abartılı buluyorum. Tek yöndü yol otellerin yoğun olduğu yerde, şimdi bir başka cadde de dönüş için tahsis edilmiş ama ona rağmen çok kalabalık ve Uzungöl’ü bir tatil merkezinden çok  Konya’daki Mevlana türbesine çevirmişler. Durmadan doğruca Haldızan deresinden yukarıya doğru çıkıyoruz. Yukarıdaki bir balık çiftliğinden aldığımız alabalıklarla bir güzel mangal keyfi yapıp, bir yandan da buz gibi Haldızan deresinin sularında serinliyoruz.

 

Oysa Uzungöl dendiğinde aklıma ilk gelen Dursun Ali İnan’a uğrayıp, bir fotoğrafını çekecektim ve Uzungöl’ü yazarken de onun bir fotoğrafını kullanayım istiyordum ama zamanı…..…………yazının devamı için tıklayın

Yine Ramazan ve yine Fındık ayı

Aradan  34 yıl geçmiş..Ne ulaşım ne haberleşme ne kentleşme şimdiki gibi değildi..sıcak yaz mevsiminde sabahtan akşama kadar fındık dallarından asılmak, sepet  doldurma yarışı yapmak öyle dile kolaydı. Şimdi onca yıl aradan sonra yeniden Ramazan ayı fındık ayına denk  geliverdi.  Ben o 34 yıl önceki Ramazan ayındaki fındık ayını ve fındık ayından anladığımı anlatacağım, tabi hatırlayabildiğim kadarıyla..Bu yıl fındık geç oldu,iklim değişiklikleri yüzünden her yıl Ağustos ayının ilk haftası başlanan fındık toplanmasına bu yıl ancak üçüncü hafta, yani 15 gün gecikmeli olarak başlanabildi.

Aslında Ramazan ayı, 32 yılda bir aynı zamana denk geliyor. Fındık ayı da bir ay sürüyor. Şimdiki gibi ne fındık toplama makinaları icad olmuş, ne patos denilen fındığı den eden makinalar var, ne fındığı yerden toplayan aletler, tabi ne de ot biçme makinaları yok o zamanlar. Oruçlu olduğumuz bir gün, bizim Keltemel diye adlandırdığımız fındıklıktayız. Dedem sağ o zaman, nenem de sağ tabi. Evdeki yaşlılar, fındık ayında evde yemek pişirme ve ev işlerini, diğer tayfanın tamamı, hani eli fındık tutanlarda çoluk çocuk hep birden inilirdi fındıklığa..

Sabah ne kadar erken saatlerde abuskala (Fındıklık- iş yapılan yerin yöresel adı, başlanmış bir iş alanı) inilirse o kadar fazla iş görüleceğinden, evde belli bir disiplin içinde hareket edilirdi. Evin reisi dedem, ne derse işler onun yönlendirmesi ile yürürdü. Fındığa başlanması için mutlaka Devlet’in belirlediği fındık toplama tarihleri dikkate alınırdı ki, fındıkta randıman (kalite) yüksek olsun. Erken toplanan fındıkta haşlanma, buruşukluk olacağı için genel de erken toplanması, bu sorunu oluştururdu tabi. Ve fındığı olmuş ve herkesten önce fındığını bitirmek isteyen bazı aileler vardı ki, gizli gizli fındığa erken başlar, bunu herkesten gizlerlerdi. Öyle ya, devlet erken fındık toplandığı ihbarını alırsa onun da bir cezası vardı.

 Mesela bakın Özellikle son yılların en düşük fındık rekoltesinin konuşulduğu bugünlerde, iklimsel değişikliklerden dolayı dallarda henüz olgunlaşmamış fındık karşısında erken hasadın üreticileri zarara uğratacağını söyleyen Ordu Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turan Karadeniz, “Üretici hem maddi yönden zarara girecektir, hem de Türk fındığının kalitesini istemese de düşürecektir. Dolayısıyla erken hasat edilen fındık üreticinin zararına olacaktır, üreticilerimiz 15 Ağustos’tan önce bahçeye girmemeli. Aceleyle ve erken toplanan fındıkta hem aflatoksin meydana geliyor, hem de fındık tam anlamıyla iç dolduramadığı için ürünün randımanı düşük oluyor” diye uyarıda bulunuluyor şimdiler de bile..

Öyle evlerde sabah kahvaltısı yapılmadan inilirdi fındıklığa, güneş doğmadan.. herkes eline bir parça ekmek, biraz da Gurut (Suyu süzülmüş ayranla çökelek, minzi karışımının kurutulmuş, yumurtadan büyük hali) alır, onu fındık toplarken bir yandan yer ara sıra da tabi ona taze fındığı katık ederdi. Güneş biraz yükselince, şöyle fındık çuvalları da birer ikişer dolunca kuşluk vakti, abuskaldaki sabah kahvaltısı zamanıdır. Abuskal, işin yapıldığı sahanın genel adıdır ve burada çay demlenir, ev yakınsa evde hazırlanan kahvaltılıklar abuskala indirilir ve topluca sabah kahvaltısı bir piknik havasında yapılırdı. Kahvaltıdan sonra sıkı bir çalışmaya girilir, taki öğle yemek molası ve namazına kadar. Asıl işin yürüdüğü saat bu üç saatlık çalışma zamanıdır. Tabi bu ramazan dışında böyledir. Ramazan ayı olunca, kimse daha hızlı fındık toplamaya teşvik edilmez.

Ben bizimkilerin maskotuydum o yıllar tabi..sepetçi de denebilir, türkücüde..yeri gelir, omuzlardan asılan kol sepetlerini boşaltmak için koştururdum, yeri gelir hani eğilmesi zor olan yaşlı fındık temlilerinin yere eğilmesini sağlamak için onların üzerine çıkar, yeri gelir yanımda büyüklerim var demez aklıma gelen türküyü çağırır, moral verirdim fındık toplayanlara..dedem, namaz saatlerine çok itibar ettiğinden, o dönemler şimdiki gibi camilerde hoparlör de olmadığı için bir bakmışsın öğle ezanını, veya ikindi ezanını o çıktığım temlilerin üzerinden okurdum, fındıklıklarda fındık toplayan ve ama ezandan haberdar olmayan konu komşularda sebeplenir, sevabından yararlanmak bana düşerdi. Sesimin güzelliği bir yana amcamlar da dedem de hoşlanırlardı zaten, hem türkülerimden hem verdiğim ezanlardan..Eğer, ezan zamanı değilse de o zaman fındık toplayanları bir nevi gaza getirmek için, yine komşu bahçelerde fındık toplayan akrabalar ve komşular arasında muhabbetin devam etmesi için, “allolum, ho ho ho hoooo” , “yikil, yikilll”, “aha ha ha hooop” gibi naralar atılır, buna yan bahçelerden de karşılıklar gelirdi.

Yaşlı ve büyük ağaçlar için yapılan gugar (Gugar Karadeniz bölgesinde özellikle fındık dallarını aşağıya çekmek için kullanılan bir ucu kısa bir ucu uzun çatal şeklinde ağaç dalına verilen isim. Fındık dallarını eğip fındığın rahat toplanabilmesi için kullanılan ucu eğik çubuğa halk arasında verilen ad)ların yere eğemediği fındık temlileri için çocuklar genelde daldan dala gezer, öylece katkı sunardı fındık toplayanlara..yine o yıllar, belki de gübrelemeler olmadığından daha fazla fındık olurdu gibi geliyor bana..fındıktan başka geliri olmayan insanlar, o nedenle de büyük özen gösterirlerdi fındık ağaçlarına ve de ayına..yine yollar yok o zamanlar tabi ve patika yollardan eğer uzaksa fındıklıklar, o zaman eşeklerle fındık çuvallarını taşırdık evlerin başında veya önlerindeki harmanlara..

Fındık ayı aslında bir şenlikti de aynı zamanda..Karadeniz’de gurbette olanlarında toplandığı, köylerde sadece fındık ayına mahsus bakkalların açıldığı, mantar tabancalarının satıldığı, akşamları da fındık harmanlarında nöbetlerin tutulduğu, bu nöbetler sırasında da fındık ayı gecelerinin konu komşu muhabbetleri eksik olmazdı. Bir yıl boyunca göremediğin ………….yazının devamı için tıklayın

Bir kare fotoğraf uğruna

NTV’de güzel bir proğram var, Serdar KILIÇ’ın “Doğada tek başına” adıyla yayınlanıyor. Bir bölümünde de iki arkadaşın Kaçkar tırmanışındaki feci kazasını anlattı.  Olay 1994 yılında olmuştu..kazadan bir mucize eseri kurtulabilen Haydar Celayir’in kurtarılması çalışmalarını bende izlemiş ve Hürriyet’te haber yapmıştım. Haydar’ın  Ayder yaylasına kadar grayder ile getirilmesi ve Ayder’de şimdiki şenlik alanında bir jeepe alınarak, önce Rize Devlet hastanesi, ardından da KTÜ Tıp Fakültesi hastanesine kaldırılmasına tanık olmuştum.O olayı biraz farklı yönü ile yineliyorum.. 
Sabahın erken saatlerinde yola çıkmış, önce Rize ardından da kurtarma ekibiyle Ayder yaylasına varmıştık. Olay 25 Şubat 1994 günü olmuştu. Photoglobe Dergisi Foto muhabiri Aydın Aksakal, Kaçkar’ın büyük buzul adı verilen bölgesinde ayağı kayarak, uçurumda ölmüştü. Ama yanındaki arkadaşı Haydar Celayir, tam bir mucize eseri kurtulabilmişti. O kurtuluşun ardından geliyordu Ayder’e. Yol yok.  O zamanlar Ayder Yaylası, sadece yaz mevsimlerinde turizme açıktı.(Şimdi artık yaz kış hep açık)Her yer karla kaplı, o yıl çok da kar yağmış, Ayder’in şenlik düzünde bile iki metre kar vardı.
Haydar, Aydın’ın peşisıra iniyormuş ve Aydın’ın büyük buzula kayıp düşmesinden hemen sonra kendisi de aynı yerde düşmüş ama bir ufak koğuk gibi bir kayanın orada, kazmasını saplayarak şans eseri durmayı başarmıştı. O durduğu yerde kendine kar evi yapmış, ve orada 4 gün sağ kalmayı başarmıştı. Hava sisli olmasından bir yeri göremiyor, ne tarafa gideceğini kestiremiyormuş. Dördüncü günün sabahında sis çekilince, konumunu görmüş ve kendi başına Yukarı Kavron yaylasına ulaşmayı başarmış, ardından orada kapalı bir eve girmiş ve ateş yakmış, ısınmaya çalışmış. Ayaklarının buzunu orada çözmeye çalışmış ve iki gün de orada kalmış, zaten kurtarma ekipleri de onu sağ olarak burada buluvermişti. Yanı kazadan 6 gün sonra..
Bizde zaten “kayıp dağcı bulundu” haberini aldıktan sonra çıkmıştık Ayder’e..Yine şimdiki gibi Heliksi helikopterleri de yok o dönemler, askeri helikopterlerle Kaçkar’da  aramalar yapılıyordu ama Haydar, o kurtulduğu kayalıklardan sabahın çok erken saatlerinde ayrıldığı için belki de Helikopterden fark edilemedi. Hem zaten sis nedeniyle de sağlıklı bir arama yapılamıyordu. 
 
Haydar’ın sağ olarak bulunması ve Ayder’de görülmesi sırasında orada bulunan 10-15 kişinin büyük sevinç  ve mutluluğu görülmeye değerdi. Haydar, yarı baygın halde gözlerini açabiliyor ama konuşamıyordu. Rize Devlet Hastahanesi’nde de konuşamadı. Hiç vakit kaybedilmeden hemen Trabzon’a KTÜ Farabi Hastahanesi’ne sevk edildi.Sonradan tabi o donan ayak parmakları kesildi. Aradan bir hayli süre geçti, benim de yolum İstanbul’a düşünce Küçükyalı’da oturan Haydar Celayir’i evinde ziyarete gittim.
 Yazdığım haber, Hürriyet’te 6 Mart 1994 tarihinde  “bir kare fotoğraf uğruna” başlığı ile yayınlanmıştı. Haber şöyleydi;
“Geçtiğimiz günlerde Doğu Karadeniz’deki Kaçkar dağı’nda bir gazetecilik trajedisi yaşandı. En iyi fotoğrafı çekebilmek uğruna Kaçkar’ın zirvesine tırmanan iki  genç adam iniş sırasında  büyük bir kaza geçirdiler.Buzulda kayarak uçuruma yuvarlanan iki arkada.………..yazının devamı için tıklayın

Fındık Odununu zona, zonu da sepete çeviriyor

Yol kenarında bir mavi tenta. Altında önde zon yapan bir baba, yan tarafında da oğlu var. Baba-oğul yan yana bir uğraş içindeler. O görüntü beni çoçukluğuma götürüyor. Çok küçükken bizim köyde “sepetçiler” olarak adlandırılmış bir mahalle vardı.orada ilk kez insanları, fındık odunlarını yonarken görmüştüm ve hayran kalmıştım. Ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için izlemiş, izlemiş ama bir türlü onların ne yapmak istediklerine karar verememiştim. İki elleriyle tuttukları bir bıçak (Eğri bıçak), habire kendilerine doğru çekiyorlar ve fındık odununu yontuyorlardı. İşte o anları yeniden anımsadım.

 

 
Trabzon’da Rahmetli Karadenizli sanatçımız  Erkan Ocaklı’nın söylediği türküden hatırlayanlarınız olabilir, “Araklı’nın bir köyü pervanedir pervane, rastladım düğününe oldum deli divane” diye, işte bu türküye konu olan  Pervane köyünün hemen altında, eski adıyla Bifara, yeni adıyla Merkezköy’de  Araklı- Uğrak-Bayburt  Devlet karayolu’nun hemen kenarındalar.39 yaşındaki Recep Erbay ile 17 yaşında, lise öğrencisi oğlu İzzet Erbay’la birlikteler. Duruyorum yanlarında. Yoldan geçen araçlardan zaman zaman çalınan kornalarla verilen selamı alıyorlar, kimi zaman da yanlarında duranlara sepet satıyorlar.

 

 

Günümüzde kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleği yapıyorlar. Sepetçilik..sepet ustası dedesi, sepetçi Gencanın Hasanmış, ondan babası Gencanın Yusuf’ta aynı mesleği yapmış, babasının vefatından sonra Recep bu işi öğrendiği kadarıyla yapmaya çalışıyor. Ailede var bu meslek, amca çocukları Murat ve Halil, aynı işi Araklı’da yapıyorlarmış. Recep’in yanında çalışan oğluna dönüyorum, “sen neler yapıyorsun” diye, “perdah ve sepetin dibini yapıyorum” diyor. Demek ki, yetişiyor. Ama okulun dışında hafta sonları babasının yanında zaten.

 

Ağaç’tan zon’a, zon’dan sepete

 

 

 

Beşikdüzü’nden 75 yaşlarında bir hacı (müşterisi) varmış, 20 tane sepet siparişi vermiş ama Recep usta bir türlü adamın siparişlerine yetişememiş ve artık ona mahcup olmamak için neredeyse nefes almadan harıl harıl çalışıyor. Bir zon, bir zon daha derken, konuşmak istiyorum ama adamın konuşacak zamanı bile yok! Recep usta, “yetiştiremiyor, atlatıyordum ama şimdi ona yayla sepeti  yapıyorum” diyor. Yonma tezgahında en önemli malzemelerinden, elinde iki sapı olan ve fındık odununu yontmaya yarayan Eğri bıçak, zonların uçlarını düzelttikleri el bıçağı, sepet yapımında topuz çivisi dedikleri yine odundan bir alet, açacak dedikleri yine odundan bir alet ve tutacak dedikleri de yine odundan bir aletle yapıyorlar bu sepetleri.

 

Köylülerin getirdiği fındık odunları tüm sermayesi. Odun getirene bunun karşılığınca sepet yapıyor, geri kalan odunları kendisi sermaye yapmış oluyor. Dalsız fındık odunlarını önce parçalara ayırıyor, o parçalara zon (tembes) diyor, o zon’u da işlenebilir hale getirip sepeti yapıyorlar. Şimdilerde eskisi kadar kullanılmasa da hala büyük          yazının tamamını okumak için tıklayınız

kimse opmesun damadı, gelin kizayi

Yaz mevsimleri genelde düğün sezonunun da başladığı bir mevsim. Okulların tatile girmesi ve gurbetteki yakınlarında iştiraklerinin sağlanması amacıyla genelde tatil dönemine denk getirilen düğünler, yaz mevsiminin de geleneksel etkinlikleri haline gelir oldu. Tabi eski köy düğünleri değil de artık salon düğünleri ağırlıklı olunca ister istemez bugünün düğünleri, geçmiş dönemlerdeki düğünler kadar insanlarda kalıcı ve hatırlanacak iz bırakmayabiliyor. Salonlar farklı olsa da artık hep belli Ritüellerden öte geçilemiyor. Eski dönemler de düğünlere davet götürüldüğünde, “horon var mı?, horon varsa gelirim” denir öylece söz alınırdı ama şimdi, kuru davetiyelerle yapılıyor çağrılar. 
 
Düğün sahibinin kişiliğine göre ya da yaşam tarzına göre şekillenen düğünlerde kimi zaman her hangi bir çalgı ve oyun olmazken, kimilerin de her türlü çalgı olabiliyor. Kimileri düğünü dini usulleri esas alarak  salonlarda mevlüt veya Kur’an-ı kerim okutarak yaparken, kimileri de sade bir proğramla sadece düğün salonunun organizasyonlarına uyuyor. Kimi yörelerde de düğün sahibinin arkadaş çevresinin istek ve taleplerine göre şekilleniyor düğünler. Artık düğün sezonu açıldığına göre davetlere de gitmeye insan kendi zamanını ayarlamakta güçlük çekebiliyor. Ben fırsatını bulabildiğim bir Akçaabat düğününde gördüklerimi paylaşayım istedim.
Havai fişekler atılınca düğün salonunu bilmeyenler ya da yeni gelenler, uzaktan da olsa anlayabiliyor düğün yerini.. Bir asma köprü ile geçiliyor düğünün yapıldığı Düzköy yolu üzerindeki  Kalıntaş tesislerine..Büyükçe bir bahçesi ve de genişçe avlusu, tam bir düğün yeri..Hemen kapıda düğün sahibi karşılıyor gelenleri, ama kalabalık hele bir de seçim öncesi olunca düğün, siyasetçilerin “gövde gösterisi” ne de sahne oluyor. Düğün salonunun kapısından girerken  de ellerinde kolonya ile bekleyen yine düğün sahiplerinin ikramıyla karşılaşıyorsunuz.
 Ankara’dan gelmiş gelin Canan, Akçaabat’lı Uğur Baytar’ın düğünü bu..eski gelenek göreneklerden ne var diye bakıyorsunuz, akşam karanlığında pek bir gelenek görülmüyor. Ankara’nın fidaydası çalınıyor, ses volümleri yüksek tempolu bir  hareket var alanda.kimileri fidayda ile faroz kesmesi ya da hop-tek’i oynuyor, daha çok genç ve yeni kuşaktan olanlar tabi. Yaşlılar da var seyrekte olsa, kadınlı erkekli herkes oyunda ama başta damat tabi. Gelin daha mütevazi ama yüzü gülüyor. Görücü usulü değil bu sevda düğünü. Her iki gencin birbirlerini sevmesiyle gelinmiş bir düğün.
Bir yandan oyunlar oynanırken kravatlı düğün sahibi İsmail Baytar, tüm masaları geziyor, bir yandan gelen misafirlerini karşılıyor bir yandan masalar arasında kayboluyor, çoğu zaman terini sildiği gözüme takılıyor. O eski gelenek ve göreneklerin adamı belli oluyor bu onun can sıkıntısından ama bu zamanın gençlerine anlatılamıyor ki!  Salon düğünlerinin yaygınlaşmasından sonra düğünlerin o eski havasından eser yok. Çoğunluğunu masalarda oturan ailelerin oluşturduğu ve ancak sadece damat ve gelinin çok yakın akrabalarının ısrarlı davetleri ile oyun pistine çıkan az sayıdaki kişinin eğlenebildiği sıradanlık hemen her düğünde gözleniyor.
 
Geçmiş düğünler genelde kırsalda yani köylerde yapılırdı. Horonlar her evin yanındaki harmanda ya da hava yağışlıysa evlerin içinde olurdu. O eski düğünleri yaşayan kuşak, şimdinin salon düğünlerinin sadece “geldi” denilebilenleri oldu. Ondan olacak masalardan kalkıp, horona girenleri görmüyorum. Şu Edirne’deki Kırkpınar yağlı güreşleri veya Artvin’deki boğa güreşlerinin anlatan cazgırlar vardır ya, burada da öyle bir cazgır, almış mikrofonu  eline yön veriyor düğüne..oyunlara ara verildi, Akçaabat belediye başkanı Şefik Türkmen, resmi nikahı kıydı.toplu fotoğraflar çekildi, ardından gelin ve damat oyun alanına indirildi.  Ama 
“Gelin ağlar,yaşli yaşli
Gitmem der de sallar başi

 

Gelin ağlar yaşmak ister
Atlar durmaz koşmak ister..

 

Dağdan keserler fındığı
hani gelinin sandığı

 

Dağdan keserler cevizi
Hani gelinin çeyizi” 
gibi bu manide anlatılanlardan eser yok. Gelin de damat da tebessümlüler.Cazgır (Düğünün en çok konuşanı ve yönlendiricisi), orta yapıyor. Düğüne katılanların damat ve gelini kutlaması ve bu sırada da hediye takma olayını başlatıyor. Eline verilen listelerde belli ki Milletvekili adayları ilk sırada, hemen onları davet ediyor, ardından listeler halinde isimler, ünvanlar, damat ve geline yakınlıkları ile biraz da teşvik edici nüktelerle uzunca bir süre bu işi yapıyor,  bir ara damadın okul arkadaşları geliyor kutlamaya, Cazgır ani bir refleksle bağırıyor, “kims…..………….yazının devamı için tıklayın

Su Hayat, Çeşmeler, Hayrat’tır Karadeniz’ de..

Çeşme, Farsça bir kelimedir aslında,  “çeşm” sözünden geliyor. Bu söz Türkçede “göz”e karşılık olup, “su kaynağı” manasındadır. Türkçede suyun kaynağına “göze” veya “göz” dendiği gibi Farsça’da da çeşme denmektedir. Arapça’da da , pınara “ayn” deniyor. Ayn “göz” manasına geliyor. Ben Karadeniz deki çeşmelerden bir çeşni yapıyorum bu yazımda..görenler var görmeyenler var, belki görmek isteyenler olacaklar vardır. Suyu kaynağından içmek kadar zevkli ve keyif veren ne olabilir?. 
Karadenizli bunu bilir ve onun için Karadeniz de vardır, her susadığınız bir yerde bir göze, bir oluk, bir kurun, bir çeşme veya tekneler kurma ve yapma geleneği. Kimilerinde oluklar taştan, kepçe misali, kimilerinde bir ağaçtandır hem oluk ve hem de yalaklar ya da tekneler. Su “aziz”dir, “hayat”tır ama oluklar, çeşmeler, kurunlar, tekneler hep hayrattır, hayatın bir parçası olarak  Karadeniz bölgesinde.
Çocukluğumuzda tanıdık gözeleri..hani yerden kaynayan, yer altından ufacık kumlarla birlikte suyun yer yüzüyle buluştuğu  gözeler. Eğilip suyu kaynağından içerken, nefes almaksızın yudumladığımız ama soğukluğundan iki üç yudumdan fazla içemediğimiz  o su kaynakları.. Kimi gözelerin suları, süreklilik vaad ediyorsa bunu hayır severler, bir güzel çeşme ile insanlığa armağan ediyor. O armağandan tek beklentisi, hayır ve hasenat oluyor.sonra ona isim veriliyor, kim yaptırdıysa belki kendi adını veya kimin adına yaptırdıysa onun adını veriyor çeşmeye.ama çoğunlukla hayra adanmış eserlerin çoğunda isimde bulunmaz zaten.
sadece çeşme olmasına da gerek yok hem, bir gözeye de isimler veriliyor. Bizim bildiğimiz ama çocuklarımıza tanıtamadığımız gözeler mesela, söğütlü göze bunlardan biridir. Sadece göze değil paşapağar , cevizinsuyu. Hacıvelinin suyu, tornovinin suyu, akkayanın suyu, kırkpaar, sorhunlunun suyu, Kepçeli,  ziyaretin suyu gibi,çavdarın suyu, balahorun suyu, kestanisuyu bir çeşmenin  veya bir su kaynağının mutlaka bir adı vardır ve onu o çevrede yaşayanlar bilir.
Söz gözelerden açılınca anlatmadan geçemem, Kuşluk vakti yanardı bizim tandır. Annemin tandır yakması pek fazla sürmezdi. Sabahları tandırın yandığını dumanından anlardık zaten. Yataktan kalktığımızda da, kahvaltımızın taze lavaşla kuymak olduğunu bilirdik. O gün kapı önlerinden ziyade göze göze gezeceğimiz gün demekti. Eğer Nenem, annem ve yengemlerin işi yoksa o gün yağ, peynir ve lavaşlarla, eğer annemler gelmeyecekse bize yaptığı peynirli golotlarla (peynirli ekmek) veya horlu yada sade çöreklerle, göze başlarında olacağımız günler olurdu. 
 
Sefiye teyze, İfaget yenge, Tutiya yenge, Selvinaz teyze, Gülizar teyze, şehriye abla, safiye teyze, Medine hala, Memnune teyze, Assiye abla, Şişe abla, Emine yenge, nedime abla, nafiye abla nenemlerin, annemlerin kardeş gibi oldukları arkadaşlarıydı ve zaten onlarla birlikte göze başlarındaki muhabbetleri, onların şimdilerdeki kadınların beş çayı gibi geleneksel ritüelleri olurdu.  Biz çocuklar, birlikte yemek yemenin dışında zaten kendimize has oyunlarımızda baş başa olurduk. Hem düz ayak oluşu ve hem de evlere yakınlığı nedeniyle söğütlü göze öncelikle gidilebilen mekanımızdı. Zaman zaman ziyaretin tepeye de giderdik ama o zamanda yol üzerindeki oluklardan alırdık içecek suyumuzu.
 
Genellikle yayla yollarındaki çeşmelerin, olukların, kurunların, teknelerin isimleriyle anılması, gelenek ve göreneklerde, örf ve adetlerin sürdürülmesinde rol oynamış ve halen de bu gelenek sürmektedir.. Karayollarında araçların olmadığı, yaya olarak gidilen patika yollar üzerinde veya şimdilerde de karayolları kenarlarında sıklıkla rastlanan çeşmeler, hem dinimizin gereği abdest almak, hem hayır ve hasenat olduğu için yaygındır. Karadenizdeki  Yolculuklar sırasında genellikle yolda “azık” denilen günümüzün aparatif denebilecek  türdeki ayaküstü yenilebilen mısır ekmeği, buğday ekmeği,somun, lavaş, kete, golotlu ekmek, çörek ve  katık olarak da çoğunlukla peynir, (Aho peyniri, deli peynir, tuzlu peynir, yayla peyniri) yendiği için erken susanılırdı. İşte o çeşmeler de yoldaki susama mesafelerine denk getirilmiştir.
 
Çeşme üstü yazılarda vardır kimilerinde. Mesela;
 “Bak şu zavallı çeşmeye su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak ustası yok”, “Ey yolcu iç bu sudan kana kana, Fatiha oku anama babama sahibinin hayrına”, gibi güzel sözlerle, insanda iz bırakan çeşmeler, suyun  hayat olduğu Karadeniz’deki hayrat varlıklarımızdır. Çeşmeler daha çok ana yollar üzerinde yapılırken, ıssız yayla yollarında genellikle oluklar yer alır. Küçük ve büyükbaş ……………yazının devamı için tıklayın

Buzağıyı, annesine yalatmadı!

“Günü geçti, hala doğurmadı” diyor ara sıra, derin derin iç çekiyor Mavuş. Ahırda bir sığırı var ve doğum günü geldiği halde hala doğurmamış olmasının sıkıntısı bu. Evinden bir tarafa çıkamıyor, geleni gideniyle bir yere o da gitmek istiyor ama gidemiyor. Henüz doğum yapmamış sığırının gününü doldurmuş olmasına rağmen hala doğurmamış olması, ona ayak bağı oluyor. Bir de torununun düğünü var tabi,”iç çekmek” için bahanesi oldukça fazla aslında.
Sabah kahvaltısından sonra ahırdan bir böğürtü, ardından sık sık ama normalden farklı çıkan bir sığır sesi. Mavuş, fırlıyor kahvaltı sofrasından sessizce, ağrılarından kambur bir halde aksayarak koşar adımlarla yöneliyor ahıra. Ardından gidiyorum. Ahıra girince buzağıyı görüyoruz, annesinin böğürtülerine aldırmadan buzağıyı annesinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Islak teni, parıl parıldıyor dananın. Henüz doğmuş, gözleri açık ama henüz ayağa kalkabilecek güçte (belki de tecrübe) değil. Kalkmak için yelteniyor, bir… iki … derken başaramıyor. Aklıma fotoğraf makinem geliyor, bir solukta koşturup makinayı alıyorum ve birkaç kare fotoğraf çekiyorum buzağıya.. Belki o an bana kızıyordur ama ben onun o güzelliğine sığınarak, sırf sizlerle de paylaşabilmek adına yapıyorum bunu..Güzel mi güzel bir Kınalı(!)

Karadeniz’de hemen hemen herkesin bir lakabı vardır,  bilinilirliği ismin önündedir. Öylesine yaygındır ki bu durum mesela Mavuş’un ilk oğlu ortaokuldadır ama yatılı okulda. Hafta sonu gelir, daha ilk hafta olduğundan izin almak ister köyüne gitmek için. Müdür yardımcısının yanına gider izin almak için. Müdür yardımcısı, babasının adını sorar, normalde nüfusta “Ali” yazıyordur, ama çocuk, herkesin bildiği “Dursun Ali”yi söyler. Müdür yardımcısı bakar, cevabın bir kısmı var ama tam emin olamaz. Annesinin adını sorar, bu kez de çocuk “Mavuş” der. Müdür yardımcısı, bakar kütüğe ama öyle bir isme rastlayamaz. Müdür yardımcısının önündeki kütükte “Remziye”dir o “Mavuş”.. Birkaç sorudan sonra Müdür yardımcısı çocuğa, “Sen daha annenin adını bilmiyorsun, köye gidince annenden adını da öğren” der ve izni verir. Çocuk köye gider, annesinden nufüs cüzdanını ister, ama annesinin nüfus cüzdanından haberi yoktur. Çocuk annesine, babasından nüfus cüzdanı istemesini söyler. Mavuş, kocasından nüfus cüzdanı ister, koca Mavuş’a, çocuklarını gösterir, “bunlar senin nüfus cüzdanların der” başından savmak için ama çocuklar diretince de anne  “Mavuş” olmaktan çıkar, isminin yazdığı nüfus cüzdanına kavuşur. Araziler bölünmesin diye geçmişte kadınlara nufüs cüzdanları bile çıkarılmazdı, çocuklar da erkek çocuklar okutulduğu için nüfus cüzdanlarına sahip olur, kız çocuklar okutulmadığı için de çok gerekmedikçe nüfus cüzdanları olmazdı(!)

 

 Mavuş’un Anne-çocuk, ana-yavru ilişkisini bilmeyen yoktur. Ömrü sığır bakmakla geçmiştir, geçmişte mandaları bile vardır. O nedenle belki yüzün üzerinde hayvanların doğumuna tanık olmuş, böylece tecrübeye bağlı bir geleneksel kültürü vardır ama daha yeni buzağı yavrulamış sığırından yavrusunu uzaklaştırmasına, o adını bilmeyen büyük oğlu da küçük oğulları da akıl erdiremez. “bırak anne, biraz yalasın” derlerse de fayda etmez, “yok oğlum yok, sığır danalı olur” der. Sığırın yavruya bağımlılığının fazla olmaması için yapar bunu kendince, çünkü genelde buzağılar erkekse “danacılar” denilen alıcılarca köylerden toplanır buzağılar ve besicilere taşınır. Sığır, daha on-onbeş dakikalık yavrusunu yalayamaz. Mavuş yavru buzağıyı kuru otlarla silerek kurutur. Zaten sığırın da amacı, yavrusunu islaklıktan kurtarmak için onu yalayarak aslında kurutmaktır!.
 Buzağının güzelliğine diyecek yoktur. Hem de dişi bir buzağıdır ki bu süt sığırı olabilir demektir ve “danacı” lara verilmeyeceği anlamına gelir. Genelde Doğu Karadeniz de erkek buzağılar, kesime veya “danacı” lara verilir çünkü. Fotoğrafladığım bu buzağı, bir veterinere gerek duymadan dünyaya gözlerini açmıştır. Zaten yarım saat üzerine de kendi ayakları üzerine kalkmayı başarmış ve annesinin ilk sütünü de Mavuş’ün elinden içmiştir. Oysa yavrular, annelerinin altına salınır diye biliriz, bunu kuzulardan da gözlemişizdir ama Mavuş ona da kendince bir gerekçe uydurmuş, “ben buzağıları annelerinin altına sokmam, onları ben sağar buzağılara ben veririm sütü, annesi ile ayrı düştüklerinde psikolojisi kötü etkilenmesin diye” diyor. 

 

 Tabi bunlar görüntü olarak belki bizim garibimize gidebiliyor, biz olaya daha duygusal yaklaşabiliyoruz ama Mavuş, böylesi Anne-yavru ilişkilerinde oldukça tecrübeye sahip bilgelikte, duygusallıktan uzak prensipleri uygulayabiliyor. Böylesi bir uygulama ne kadar bilimseldir, doğru mudur, yanlış mıdır diye araştırıyorum. Ve Mavuş’un yeni doğmuş buzağıya davranışının bilimsel yaklaşımlara da ters düşmediğini onun gıyabında öğreniyorum. Sonra buzağıya isim konuyor, önce “kına” densin diyor Torununun kınagecesine rastladığı için  Mavuş’un kocası, bir oğlu buna karşı çıkıyor, “kına” ismi sığıra gitmez, “kınalı” olsun diyor ve buzağının adı Kınalı oluveriyor. Kınalı, ailenin büyük kızına hediye edilmek üzere, anne sütünü bir müddet almak üzere annesiyle bakılıyor.

 

 Amasya Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği’nin  internet sitesinde “Doğum yapan sığırlar, buzağıları neden yalar?” diye arattığımda çıkan sayfayı sizlerle de paylaşmak istiyorum.

 

 Doğumdan Sonra Ananın Bakım ve Beslenmesi 

 

◦Doğum yapmış ineklerin vücutları üzerine yapılacak kuru masajlar çok faydalıdır, böylece hayvanın teri giderilmiş, hayvan sakinleşmiş olur. Bundan sonra anayı bir örtü ile örtmekte faydalıdır. İçecekleri suyun ılık olmasına dikkat edilir. İneklere içerisine arpa, buğday, yulaf unları katılmış ılık tuzlu su vermek faydalıdır. Yeni doğuran dişileri hava ceryanlarından korumak gerekir, ahırlarda karşılıklı kapı ve pencerelerin açık bırakılmamasına özellikle dikkat edilir. Doğum yapan hayvanları özellikle ilk 8-10 gün soğuktan korumalı, sindirilmesi kolay yemler vermelidir. Doğum sırasında kanama meydana gelmişse kanamayı durdurmak için gerekli uygun müdahele yapılmalıdır. Dişinin yorgun ve düşkün olduğu hallerde genel tedavi yanında özellikle iyi beslenmesine dikkat edilmelidir. 
◦İneğin doğumu takiben hemen sağılması sonun düşmesine engel olabileceği gibi, aynı zamanda doğum felcine (Süt humması) neden olabilir. Eğer hayvan yattığı yerden kalkamıyorsa veteriner hekime baş vurmalıdır. Bu nedenle 3-4 gün ineğin sütü tamamen bitecek şekilde sağılmamalıdır. 
◦Doğuran dişi, yavru zarlarını atar atmaz hemen alıp yanından uzaklaştırmalı, bir çukura gömmeli veya yakılmalıdır. Aksi taktirde bütün dişiler yavru zarlarını yemek isterler. Bunun yenilmesi ot yiyen hayvanlar için sindirim bozukluğu meydana getirebilir. 
◦Buzağılayan ineğe, verdiği verime uygun bir besleme (rasyon) uygulanmalıdır. Sindirilmesi kolay, besleyici, kuvveti fazla yemler yedirilmelidir. Tane yemlerin kırılıp çorba halinde verilmesi uygundur. Hayvanların vitamin ihtiyacı (A ve D) iyi kuru ot, yeşil ot, havuç veya silaj gibi yemlerle karşılanır. İneğin süt verimindeki artışı karşılaması için, rasyon enerji ve protein ihtiyacını karşılayacak şekilde hazırlanmalıdır. 
◦Gebe düve ve ineklerin kuru dönemde vücut ağırlığının en az %1’i kadar kaba yem yemesi ve yediği kesif yem miktarının da vücut ağırlığının %1’ini geçmemesi gerekir. 
◦Hayvanın canlı ağırlığı, süt verimi, sütün yağ oranı ve hayvanın sağlık durumu hayvanı ne düzeyde beslememiz konusunda bize fikir verecek en önemli unsurlardır. 
◦Süt inekleri sağım dönemine göre beslenmelidir. İneklerden bir sağım döneminde (laktasyonda) alınan sütün normal şartlarda yaklaşık %45’i ilk 100 günde, %30-35’i ikinci 100 günde, %20-25’i üçüncü 100 günde alınır. 
◦Bütün bunları dikkate alarak; ineklerimize devamlı aynı miktar yem vermek yerine yapacağımız aylık süt verim kontrollerinin de ışığında verimlerine ve verim dönemlerine göre yemleme yapmalıyız.

 

Doğumdan Sonra Yavrunun Bakım ve Beslenmesi 

◦Yeni doğan buzağılar doğar doğmaz gözlerini açarlar. Bütün evcil hayvanların yavruları anne karnından çıktıklarında ölü gibidirler. Anne karnından çıkar çıkmaz hemen solunuma dikkat etmelidir, çünkü yavruyu anaya bağlayan kan damarları (göbek kordonu) kopar kopmaz solunum zorunlu hale gelir. Yeni doğan buzağı soluk alamıyorsa, kaburgalarının üzerine avuç içi ile birkaç defa kuvvetlice vurulur. Gene soluk alamıyorsa yan yatırılır, kaburgaları üzerine………………..yazının devamı için tıklayın

Çay yapa yapa uzun saçları ağardı

Çay aslında Rize ile anılır ve Rize’de de çay, Zihni Derin Çay Enstitüsü ve aynı zaman da da Arboratum bahçesi olan Ziraat’ta içilir.(şimdiki adı Çay-kur ziraat çay bahçesi) Fakat, Ordu’nun Perşembe ilçesine bağlı Medreseönü’nde yer alan her gidenin çayından ve Türk kahvesinden etkilendiği, uzun saçlarıyla da hafızalarda kolaylıkla yer edinen Nusret Doğan, uzun saçlarını ağarttı ağartmasına ama evini ve çevresini de aile işletmeciliğine dönüştürdü.

Özel araçlarıyla Ordu’nun ünlü Bolaman virajlarının bulunduğu Perşembe İlçesine bağlı Medreseönü beldesi’ndeki küçücük mekanında kaliteli çay ve Türk kahvesi yapmakla tanınan uzun saçlı Nusret Doğan, tam 37 yıldır saçlarını süpürge yapıp adeta mekanını bugünlere taşırken, haklı bir üne de sahip oldu. Aslında profesyonel balık adam da olan Nusret Doğan, tam bir doğa ve çevre tutkunu. 1970 yılına kadar İstanbul’da yaşamış ve o tarihte Medreseönü’ ne, baba ocağına dönmüş ve bir daha da buradan dışarıya adımını atmamış. Tatil nedir hayatında bilmiyor.

Üç çocuğunu da üniversitelerde okutmuş küçücük mekanında yaptığı çay ve Türk kahvesi ile ama şimdi İngilizce öğretmeni olan kızına mini bir balık evi açmış, düğün hediyesi olarak. Eşinin yaptığı yöresel yemekleri de kızının balık evinde müşterilere ikram ederek farklılığını sergiliyor.Öyle ki burada taze diken uçlarından yapılan kavurma (mulevca) bile yenebiliyor. Odun külünde dağ suyu ile çay ve Türk kahvesini kendisi yapıyor ve buraya gelenlere kızının balık evini öneriyor.

Karadeniz sahil yolu güzergahının tünellerle değiştirilmesi yüzünden Bolaman-Ordu arasındaki 500’ü aşkın esnafın adeta küplere bindiği bu eski yolda sadece morali düzgün olan Nusret Doğan gözüküyor. 60 yaşında ağarmış uzun saçlarıyla dinamizminden bir şey kaybetmemiş Doğan, o ağlayan esnaf arkadaşlarına bir alternatif gösterilmediğinden yakınıyor, “onca insan ekmek yiyordu, yol yukarı çıktı, artık burada in-cin top oynuyor” diyor.

Uzun saçlarıyla adeta bir marka olan Nusret Doğan, kendi işlerinin eskisi kadar olmasa da devam ettiğini, şimdi müşterilere daha fazla zaman ayırabildiğini ve kendisinin bir marka olduğunu ve yol güzergahının değişmesinin kendisini etkilemediğini ifade ediyor. Doğan, bastırdığı kartvizitinde “uzun saçlının yeri- çay,kahvaltı, balık çeşitleri” derken, küçük ama denize nazır manzaralı küçük mekanındaki çevre düzenlemesini de “insana saygı” esasına bağlı kalarak yaptığını söylüyor.

Gitmek isterseniz, Samsun’dan Ordu’ya giderken, Fatsa’yı geçtikten sonra Bolaman’ın içinden devem eden eski yoldan gidilirse 15 kilometre sonra, Medreseönü rampasının hemen üzerinde,yolun solunda.

Ordu’dan samsun yönüne gidilirken de Perşembe’nin içinden devam eden eski yol üzerinde 30 kilometre sonra, yolun sağ tarafında. Özellikle taze balık ve yöresel yemekler için temiz ve dinlendirici bir mekan. Ücretleri de o kadar abartılı değil, hak ettiğini alıyor!

Belki de adını sormaya cesaret edemeyenlerce “uzun saçlı” diye ünlenen Nusret Doğan’ı yakından tanıyanlar, ona bir çok hasleti yakıştırmışlar. Bu hasletleri internette bakın nasıl dillendirmişler;(Yazım hataları yazanlara aittir.Mka)

“uzun saclının yeri 12 / 2

“ordu ile fatsa arasinda, medreseönü beldesinde manzarasi ve çayının güzelliği ile ünlü yer.. çay demlik hesabı ve siz siparişi verdikten sonra demleniyor..bu yüzden en az yarim saat kadar zamana ihtiyaç var.. öyle ‘hemen bi bardak çay getir koçum’ felan diyenleri iplemeyen huysuzluğuna rağmen sevimli sahibi de ayrı bir konu.”

“ah mümkün olsa da oralarda olsam, bir eksi sozluk uzun saçlının yeri zirvesi düzenlesem dediğim mekan.”

(kartonpiyer)

“yüksekten karadeniz’e bakan, çay bahçesi denilemeyecek kadar doğal bir ortamda bulunan bir yer. sahibi uzun saçlı ters adamdır, herkese çay servisi yapmaz. kimlere gıcık kapıp geri çevirdiği henüz anlaşılamamıştır. çayı da sanırım odun ateşinde demler.”

(Atlantis)

“bir uçurumun kenarındadır burası. dikkat etmek lazımdır, uçmamaya dikkat.”

(kartonpiyer)

“gercekten de uzun sacli biri var orada.”

(ssg)

“çayları özel harmandır. ince elenip sık dokunulan çaylar, bu sayede diplerinde biriken tozlardan arınmaktadır. gidilesi görülesi çayı içilesi mekan.”

(fandango, 26.05.2004 11:38

“çayı külde pişirilir, hesap ise ne verirsenusulü olduğundan girer hep. ……………yazının devamı için tıklayın

imera manastırı kurtuluyor!

Tıpkı Ihlara vadisinde olduğu gibi bir eğitim merkezi silsilesinde bulunan Gümüşhane’nin Olucak köyündeki İmera Manastırı, nihayet İnanç Turizmi kapsamında onarımlardan nasibini alarak, bölge turizmine açılacak.
Definecilerin mermer kitabesine varıncaya kadar adeta delik deşik ettikleri Olucak köyü (İmera) Manastırının ulaşım sorunu çözüldü. Köy Muhtarı Recep Naz,  yaz aylarında 75 hane ve kış aylarında da 20 hanenin bulunduğu Olucak köyünün, Manastırın onarımı sayesinde bölge turizminden nasipleneceğine inandıklarını belirtirken, “ulaşım sorunumuz vardı, çok şükür bunu aştık. Manastıra kadar yolumuz açıldı.Şimdi sıra onarımına geldi ve heyecanla yapımını bekliyoruz” dedi.

Köyünün İpekyolu üzerinde olduğunu ve  inanç turizmi açısından son derece öneme sahip İmera Manastırının köyün kalkınmasında önemli rolü olacağını ifade eden Muhtar Naz;
“Gümüşhane Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nce AB Destekli Bölgesel Programlar çerçevesinde hibe yardımı almak için hazırlanan 5 proje AB’ye sunuldu. Projeler arasında restorasyonu yapılması düşünülen İmera (Olucak) Manastırı projesi de bulunuyor. İmera, Antik kentte kubbeli ve kubbesi tonozlarla örtülü manastırdır.. Kitabesinden 1350’de yapıldığı anlaşılmaktadır. Çok sayıda tarihi ve kültürel değeri bulunan antik şehir arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir.1859’da onarım görmüştür.Köyle bağlantısı pek yoktu, o nedenle definecilere engel olamadık. Buraya yol gelmeden önce tırmanarak çıkılabiliyordu ki, köyden neredeyse bin beşyüz metrelik mesafededir. Tahrip edilmiş olması elbette bizide derinden üzmüştür” diye konuştu.
Biz  İmera’ya yeni yapılan yoldan değilde eski haliyle tırmanarak ulaştık. Henüz karla kaplı yol, grayder yardımıyla yeni açılıyordu. Manastıra ulaştığımızda daha önce içinde var olan ve ancak şimdi göremediğimiz 4 sutunundan biri  yoktu. Manzarası ve bir diğer adıyla da zaten kızlar manastırı oluşu, burada geçmişte 3 katlı taş duvarlarlı bir binanın varlığını köy muhtarından öğreniyoruz.

Gümüşhane Kültür ve Turizm Müdürü Hüseyin Çelik’te  AB’ye sunulan projeler hakkında şu bilgileri verdi: “Köse İlçesi Kırklar Mağarası’nın turizme açılması ve çevre düzenlenmesi, Canca Kalesi yol yapımı, restorasyon ve çevre düzenlenmesi, İmera……….………yazının devamı için tıklayın

Çalköy mağarası, cazibesini artırıyor

 Karadeniz Bölgesi’nde  sahil yolunun yapılıp tamamlanmasının ardından Turizmde de canlılık, gözlenir oldu. Aracına atlayıp, yeşilin her tonunu görmek isteyen hemen herkes, bölgemizi ziyaret ediyor ama ya gelemeyenler. Bölgeye gelmek isteyip de gelemeyenler için de biz gezip gördüklerimizi anlatarak, onlara bir nebzede olsa Karadeniz bölgesi’nden kısım kısım aktarımlarda bulunmaya çalışıyoruz. İşte Trabzon’un  Düzköy ilçesindeki Çalköy mağarası da gezilmesi gereken yerlerin başında geliyor artık.
 
Tatilleri turlarla yapanlar için değil belki ama şimdilik özel araçlarıyla gelenlerin rahatlıkla ulaşıp görme fırsatı bulduğu Çalköy mağarasına her yıl bir iki defa çıkıyorum. Gurbetten gelen yakınlarıma hem mihmandarlık  yapmış oluyorum ve hem de her gittiğimde yorgunluktan sıyrılıyor ve ruhumu dinliyorum.
 
Denizden yüksekliği bin 50 metre olan Çalköy mağarasına, Askerlik arkadaşım İstanbul’dan ailesiyle gelince bizde ailecek  iki araçla çıktık. Bu kez mağaranın içindeki ahşap gezi parkuru uzamıştı. Mağaranın hemen girişinde üstte buraya mağaranın balkonu da denebilir, tıpkı Antalya’daki Didem şelalesi’ndeki gibi bir iç mekan eklenmiş, burası bir çayevine dönüştürülmüş, adeta bir mağara cafe açılmıştı.mağaradan çıkınca burada çay içmek ve biraz soluklanmak iyi bir dinginlik sağlıyor.
 
Nefes darlığı, Astım veya bronşit hastaları için Çalköy mağarasının havasının iyi geldiği ifade edilmekle, buranın aslında bir su kanalı oluşu, hava sirkülasyonunun değişkenliğinden belli oluyor. Eğer gözlüğünüz varsa zaten camların buharlaşmasıyla fark edebiliyorsunuz. Ayrıca, içeriye girerken görevliler de zaten uyarıyor ve “üşürseniz buradan mont verebiliriz” diyorlar. Gerçekten mağaranın içine girdiğiniz de hava çok sıcaksa bir cennet ferahlığına kavuşuyorsunuz! Bazen dar bazen de oldukça geniş galeri ve koridorlara sahip olan mağaranın üst kısmında, çevreye hakim bir tepeye kurulmuş bir kale bulunuyor.
İl özel idaresi tarafından yapılan ve daha sonra işletilmek üzere özel sektöre kiralanan Çalköy mağarası dikit ve sarkıtlardan, su taşlarından oluşmuştur. Kulaklık deresi üzerinde bulunan  Çalköy mağarasının içindeki yer altı akarsuyunun taşıdığı su mevsimsel olarak değişim gösterirken yağışlı mevsimlerde mağaranın içindeki suyun derinliği elli santime kadar yükselirken, yaz aylarında bu seviye on-on beş santime  kadar düşmektedir.
 
Mağaranın akarsuyunun Tonya deresinden bir kol olarak geldiğini söyleyenler olsa da mağaranın uzunluğunun henüz ne kadar olduğu konusunda net bir fikir verilemiyor. Ancak, akarsuyun dışarıdan çer çöp taşıdığı özellikle kış mevsimlerinde görülebiliyor. Ha bu akarsu taşar mı derseniz ona da tanıklık edeni duymadım. Ama taşacak nitelikte de değil zaten!
Ahşap parkurlarla ilerlerken iki yüz metre kadar gidince  biri sola uzanan   125 metrelik  olan bu kolun sonundaki odada dolinden gelen suyun aktığı bir baca vardır. Sağ kol diğerinden iki kat daha uzun ve burada da küçük bir şelale ve bir mini göl bulunuyor. Gezimiz sırasında çocuklar üşümemiş olsalardı aslında  daha uzun süre kalacaktık. Işıklandırmalar ve yansımalarla farklı bir ortamdı. Suyun asırlara dayalı  çabasıyla ilginç oluşumlar meydana getirmiş olmasını anlamaya çalışıyorsun ve hayranlığın kat kat artıyor.
Dışarıya çıktığımızda bir sıcak esinti vuruyor yüzümüze, buharlaşmış gözlük camlarını siliyoruz. Ardından da mağaranın girişinde ve hemen üstünden eşsiz bir manzaraya sahip olan kır kahvesi mi dersiniz, mağara cafe mi dersiniz yoksa kıraathane mi veya çay bahçesi mi ortamına uygun ve de su damlacıklarının birer mini şelalemsi gösterisi altında dinlenme molasına geçiyorsunuz.
 
Yolu düzgün ve asfalt ama Çalköy beldesi içinden giderseniz. Yok kestirme giderim derseniz   Çaşırbağı yoluna devam ederken  Çalköy yol ayrımını geçtikten sonra 800 metre kadar ileriden sağa stablize yolla çok dada kısa zamanda Çalköy mağarasına ulaşabiliyorsunuz. 
Trabzon Düzköy’e bağlı Çal Köy beldesinde bulunuyor mağara………………….yazının devamı için tıklayınız